ihmal hukukunun temel olarak anlaşılması, bir doktorun böyle bir davada savunma tarafı olma ihtimalini azaltır, ve eğer hukuki bir dava oluşmuş ise, buna karşı etkili ve akılcı bir müdafaa yapma imkanını artırır.
İhmal davalarında ispatlanması gereken iddia konulan 4 unsurdan ibarettir: Görev, suistimal, sebebiyet ve zarar. Bu unsurlardan her biri, davacı tarafından getirilen ve doğruluğu yanlışlığından çok daha kuvvetli olan delillerle ispatlanmalıdır. Bu ispatı yapamamak davacının davasının sonu olur.
Bir tıbbi ihmal davasında doktorun hastaya borçlu olduğu görev, doktor-hasta ilişkisiyle bir arada gider. Yani, tedaviyi yapan doktor, diğer doktorlar tarfından uygulanan bilgi, beceri ve ihtimama eşdeğer bir bakıma sahip olmalı, ve hastasını tedavide bu kalitede bir bakım yapmalıdır. Doktor için hastayı tedaviye kabul etme mecburiyeti yoktur. Doktor, eğer isterse, herhangi bir sebeple veya hiçbir sebep olmaksazm, bir hastayı tedavi etmeyi reddedebilir.
Doktorun, doktor-hasta ilişkisi oluşturmaksızın bir şahsın tedavisini yapabileceği, ve dolayısıyle kendi üzerine hastayı tedavi etme mecburiyetini almayacağı bir özel durum şudur: Normal görev kapsamı dışında bir şahsa acil tedavi uygulanması. Kazaya uğrayan kimselere doktorların yardım etmek istemeyişlerini destekleyen çok kuvvetli bir kamuoyu oluştuğu için (bu isteksizlik mesuliyetten kurtulmak içindir), eyalet idareleri bu konuda özel statüler tanımak zorunda kalmıştır. Bunlardan birisi “Merhametli Vatandaşlara Kolaylık” kanunu olup, kaza kurbanı şahıslara yardım eden doktorlara, bu yardım esnasında ortaya çıkabilecek normal tipteki ihmallerden dolayı doğan sorumluluklara karşı, ve bazen de tam ihmalden doğabilecek sorumluluklara karşı, dokunulmazlık tanımaktadır. Buna ilave olarak, bazı eyaletler, hastasının durumu önceki bir tedaviye rağmen (veya bu tedavi yüzünden) kötüye giden bir doktora yardım için çağrılan tıbbi uzmanlara dokunulmazlık tanımıştır.
Kaliforniya’da yürürlüğe konan şu kanun tipik bir örnek olarak gösterilebilir: (İş ve Meslekler Kanunu1 nun “Olay Yerinde Acil Tedavi” başlıklı 2395 no.lu maddesi):
“Bir Acil Vaka Yerinde* bir hastaya iyi niyetle müdahale eden harhangi bir diplomalı meslek erbabı, bu hizmeti yaparken kendi fiillerinden veya unutmalarından dolayı ortaya çıkabilecek medeni zararlardan mesul tutulmayacaktır”. Burada, “Acil Vaka Yeri” tabirinin sadece olayın vuku bulduğu mahalli değil, aynı zamanda mesleğin normal olarak icra edildiği yeri de kapsamına aldığına dikkat edilmelidir. Bu sebeple eğer bir doktor acil serviste görevini yaparken bir hastayı tedavi etse, veya, hastanede görev başında olan bir grubun üyesi olarak bir hastaya müdahale etse, yukarıda bahsedilen Merhametli Vatandaşlara Kolaylık Kanununun kapsamına girmez.
İş ve Meslekler Kanunu’nun “Bir Başkasının Daha önceki Tedavisinden Kaynaklanan Komplikasyonlar İçin Acil Tedavi” başlıklı 2396 no.lu maddesi şöyle der: “mesleki diplomalı başka bir şahsın ricası üzerine, bu şahsın daha önce uyguladığı tedaviden kaynaklanan tıbbi komplikasyonlar içinde bulunan bir hastaya acil tıbbi bakım hizmeti sunan iyi niyet sahibi herhangi bir diğer bir diplomalı şahıs, bu acil hizmeti sunarken fiilleri veya unuttuğu şeylerden dolayı hasta üzerinde oluşabilecek herhangi bir medeni zarardan mesul tutulmayacaktır.” Bu kanun da olay yerini yukardaki tarzda tanımlamaktadır.
Doktorun görevi başlığı altında bahis konusu edilebilecek diğer bir problem ise, kasıtsız ortaya çıkan doktor-hasta münasebetleridir. Bu durum genel olarak, bir konuda ayaküstü bir tarzda doktorun bilgisine başvurulduğunda, ve resmi olmayan bir atmosfer içinde oluşur, (sosyal toplantı vs. gibi). Olayın cereyan ettiği ortam, doktorun mesleki bir ilişki kastetmediğini açık bir şekilde göstermekte ise, bu gibi hallerde mahkemeler doktor-hasta ilişkisinin oluşmadığına hükmederler. Fakat, doktora hastanede danışılmış ise ve doktor da hastaya normal bir viziteye gelmesini veya tıbbi tavsiyeler için başka bir doktora gitmesini söylememiş, veya hiçbir şey söylememiş ise, ve bunu müteakiben de hastanın “güven” duyacağı kanaatini beyan etmiş ise, bahsedilen durumda mahkemenin kararı farklı olabilir. Hatta, hastanın geceyarısı telefonla sorusuna karşı, doktorun “sabahleyin doktora danışın vs.” tarzında verdiği bir cevap bile tedavi olarak dağerlendirilebilir. Çünkü bu tip bir beyan, hastanın tedavi için sabaha kadar bekleyebileceğine alamettir. Böyle bir durumla karşılaşan doktorun yapacağı en iyi şey, hastayı gerçekten tedavi etmeye niyetli değil ise, hastanın uygun bir etmeye niyetli değil ise, hastanın uygun bir tıbbi bakım birimine gitmesini (hastane veya acil servis vb.) söylemek, ve başka hiçbirşey tavsiye etmemektir.
Doktorun hastaya karşı görevi, “standart bakım” kapsamında yapılır ve doktorun bu standart bakımı yapamaması, ihmal davasının suistimal unsurunu oluşturur. Bu tip ihmal davalannda standart bakımın ne olduğu hususu, jürideki avamdan şahısların bilgisinin ötesinde olan bir husustur. Kanun bu gibi durumlarda bakım standartının tespitinde uzman doktorların şahitliğini ister. Bu işlemde pratisyen bir doktor şahit makamına getirilip bahis konusu olan vaka için gerekli olan tedavi hakkında şahitlik eder. Harhangi bir tıp uzmanlığı konusunda pratisyen doktorların şahitliği mümkün ise de, vaka ile ilgili olan özel uzmanlık dalı için tıbbi bir uzmanın şahitliği gerekir. Bir müddet önce standart bakım seviyesi olarak, belli bir doktorun bulunduğu toplumda doktorluk yapan diğer şahısların uyguladıkları geçerli tedavi metodları esas alınmaktaydı. Eşbölge kuralı olarak adlandırılan bu kural, pek çok değişmelere uğradı.
Günümüzde, çoğu mahkeme kararları standard bakımın tanımlanmasına,benzeri şartlar altında mesleğini başarılı bir şekilde icra eden doktorların uyguladığı tedavi usullerini de dahil etmişlerdir. Bu şartların bir tanesi de doktorluk yapılan yerin büyük tıp merkezlerine yakınlığı ve genel bilgilerine ulaşıbilirliliği hususlarının benzerliğinin bulunmasıdır. Fakat bazı eyaletlerde eşbölge kuralı tamamen iptal edilmiştir. Bu görüşün dayanağı, tıbbi ilerlemelerin ve özellikle yeni uzmanlık alanlarındaki ilerlemelerin yayılmasının çok etkili bir şekilde olması ve hatta, bu gibi konularda milli bir bakım standartının bulunabilecek derecede gelişmelerin mevcudiyetidir. Şu anda kabul bulan genel eğilim, eşbölge kuralanın dar sınırlarından çıkıp milli bir standartın oluşturulmasıdır (ve hatta, İngilizce konuşan ülkelerden başlayıp, nihai olarak uluslararası bir standart oluşturmak). Açıktır ki, önemli olan husus, tedavinin hangi bölgede veya hangi ülkede yapıldığı değil, bu tedavinin etkinliğidir. Mahkemeler, genelde diğer doktorlar tarafından rağbet görmeyen ve terkedilen tedavi metodlarının kullanılmasına coğrafik uzaklığın veya yalnızlığın bir savunma aracı olarak gösterilmesine karşı, artan nispette kararlar almaktadır.
Diğer taraftan, bir tıp sahasında doktorların çoğunun tercih ettiği bir tedavi şekli mevcut ise kanun, bu alanda çalışan bütün doktorların bu tedavi metodunu standart olarak almalarını şart koşmaz. Uygulanan fiili tedavinin, ciddi bir tıp fakültesinin ekolüne göre tasdik görmüş olması, bunun standarda bakım olarak değerlendirilmesi için yeterlidir.
Minimum Standart, mesleğinde başarılı olan uzman doktorların uyguladıkları tedavi metodlarma dayandırılmış olan bakım standartıdır. Bu standartın, savunma durumundaki bir doktor tarafından daha yüksek bir seviyeye çıkarılmasını gerektiren 2 hal vardır:
İkincisi ise, güncel olarak yapılmakta olan bir tedavi şeklinin cemiyetin korunmasına yeterli olmadığına mahkemenin kendisinin karar verdiği hallerde ortaya çıkar. Böyle bir hükmün mahkemece karara bağlanması, genel olarak yüksek standart için gerekli ilave masrafın doktora yapacağı mali zahmet az ve fakat hastalara faydası çok olan durumlarda sözkonusudur. Mevcut olan bir standartın hastayı korumada yetersiz kaldığı hallerde ise mahkeme daha sıkı bir standart yürürlüğe koyabilir.
Bakım standartı konusundaki mahkeme kararlarından açık olarak anlaşılan husus, her doktorun kendi sınırlarını bilmesi zorunluluğudur. Acil olmayan bir vakada çok fazla müdahaleye çalışan bir doktor, uzmana danışmamak veya sevketmemek hatasından dolayı mesul duruma düşebilir.
Sebep olma unsuru kanunda büyük bir kargaşaya yol açmıştır. Davacının iddiası 2 tip sebep verme vakasını ihtiva etmelidir; olaya sebebiyet ve takribi sebep olaya sebebiyetin belirlenmesinde en sık kullanılan kontrol metodu, savunmanın davranışının şikayet edilen zararın ortaya çıkmasında en temel bir faktör olduğunun ispatlanmasıdır. Az sayıdaki bazı hükümler ise, daha değişik bir kontrol metodu kullanırlar. Buna göre, savunmanın davranışı davacının zararından daha önce oluşması şart olan bir fiil olmalıdır. Fakat, hangi kontrol tipi kullanılırsa kullanılsın sonuç çoğu hallerde aynıdır. Bu kontrol usûllerinin her birisine göre, olaya sebebiyet veren unsurun aslı aynıdır; bakım standartında doktorun yaptığı görev suistimalini ve bunun davacıya zarar açtığını ispatlayan olaylar zincirinin ispatı.
Olaya sebebiyet veren unsurun önemi, temelde yatan hastalığın gidişatını etkilemeyen ve palyatif tedavinin uygulanmış olduğu vakalarda ortaya çıkar. Eğer hasta bu hastalıktan dolayı vefat etmişse, bu gibi vakalarda palyatif tedavi uygulamış olması, doktorun standart bakımı suistimal etmiş olmasını ve hukuki yönden ölüme yol açmakla mesul tutulmasını gerektirmez. Çünkü hastanın ölümündeki gerçek sebep tedavi değildir.
Bu tartışmanın faydası bakımından, takribi sebep veya hukuki sebep olarak bilinen ikinci tip sebebiyeti, gerçeğe sebebiyet hususunda bir sınırlamalar grubu olarak düşünmek en doğru bir görüştür. Gerçeğe sebebiyet olma unsurunu tespit eden mahkeme, buna rağmen zararın doktorun davranışından çok uzak olması veya doktorun davranışı ile tedavi neticesi arasındaki olaylar zincirine bazı anormal şartların müdahale etmiş olması hallerinde, doktorun mesul olduğuna hüküm vermeyebilir.
Takribi sebep şartının etkisi, davacının hem doktorun davranışı ile netice arasındaki olaylar zincirini, hem de bu davranış ile netice arasında doğrudan ve yakın bir alaka olduğunu ispatlamak zorunda olmasıdır.