PEPTİK ÜLSER

A.B.D.’de yetişkin nüfusun %5 nin aktif peptik ülser hastalığından yakındıkları hesap edilmiştir. Erkekler kadınlara nazaran 3 kez daha çok etkilenmektedir. Genç hastalarda duedonum ülseri mide ülserinden 10 kat daha fazla iken, daha ileri yaş guruplarında bu oran hemen hemen eşittir. Bilinmeyen sebeplerle insidans sürekli olarak azalmakta olup şu anda 20 sene evvelki değerlerin yarısından az hale gelmiştir. A.B.D de yılda 15000 ölüme ve yaklaşık 15 milyon iş gününe mal olmaktadır. Ölümler, hastahane giderleri ve kaybolan iş gücü göz önüne alındığında ülke ekonomisine gelen zarar yılda bir milyon doıardan fazladır.

Genel olarak, ülseratif oluşumlar 4 tür sakatlığa yol açar.

(l)Ağrı en sık rastlananıdır.

(2) Kanama, ülser derinleştikçe submukozanın veya ekstra intestinal damarların erozyonu sonucu oluşabilir.

(3) ülserin hastalıklı barsağın tüm tabakalarını penetre etmesi, eğer diğer visserler ülseri kapatmazsa perforasyonla sonlanır.

(4) Obstruction, inflamasyonua bağlı şişme ve skatris sonucu olabilir ve genellikle pilor veya gastroözofageal bileşkede lokalize olan ülserlerde görülür. Lümen oldukça daralır.

Gastrik ve duedonel ülserin prognozu, klinik belirtileri, sebepleri ile oldukça farklı iki hastalık olduğu kabul edilir. Her iki hastalığın en mutad belirtisi “acit-pepsin”e bağlı ülserlerdir.

Total gastrektomi

Total gastrektomi Zollinger-Ellison send-romunda (gastrin yapan tümörler) tercih edilebilecek bir girişimdir. Nadiren eroziv gastritli ağır kanamalı hastalarda hayat kurtarıcı olarak uygulanmaktadır.

Geç Komplikasyonlar

a) Sebepleri: ülserin tekrarlanmasının fizyopatolojik açıdan açıklaması genelde mümkündür. Uygulanan cerrahi girişime bağlı olarak aşağıdaki nedenler değerlendirilmelidir.

(1) Yetersiz operasyon: Ülser diatezini kontrol altına almaya yeterli olmayan cerrahi girişim çoğu rekürren ülserin nedenidir. Vagotomiden sonra pre-op MAO 40-45 mEq/saat’ den fazla olan hastalarda sekresyonun azalmasının yetersiz olması (%60) sonucu rekürren ülserin oluştuğuna dair veriler bulunmaktadır. Subtotal gastrektomi veya antrektomi ve vagotomi ile asid output daha da azalır (%80). Bu girişimlerden sonra rekürren ülserler nisbeten daha az sıklıktadır.

(2) Uygunsuz mide rezeksiyonu: Radyografide mide kalıntısının büyüklüğü, subtotal gastrektomide tam olarak 2/3 rezeksiyonun veya antrektomi ve vagotomide antrekromi tam yapılıp yapılmadığı kesin olarak saptanabilir.

(3) Tam olmayan (İnkomplet) vagotomi: Duodenal ülserde trunkal vagotomi uygulaması asid salgısını %60 azaltır. Preoperatif sekresyon miktarının %40’ndan fazlası hala salınmakta ise ana vagal dallardan biri unutulmuş olabilir. Böyle bir hastaya insülün verilmesiyle birkaç mEq/saat’lik asid output artışı saptanabilir (Hollender testi). İnkomplet vagotomi için klasik Hollerder kreterleri ciddi analizlere dayanmaz, yani bir “pozitif” Hollander testi, hastayı tedavi etmek için bir başka vagotominin düşünülebileceği anlamına gelen sağlam intakt vagal dalların varlığını desteklemez.

(4) Uygunsuz drenaj uygulanması: Mide çıkışındaki kronik parsiyel obstrüksiyon vagotomi ve bir drenaj uygulamasından sonraki bazı tekrarlayan ülser vakalarından sorumludur. Bu hastalarda ince bağırsak yerine midede ülser görülür.

(5) Antrumun bırakılması: Mide rezeksiyonu sırasında antrumun tamamının çıkarıldığından emin olmak için kesinin distal çizgisi duadenumdan geçmelidir. Eğer Billroth II tipi gastrektomiden sonra duedonuma bağlı antrum bırakılmışsa bu parçadaki pH, geri kalan parietal hücrelerin asidine manız kalmayacağından gastrin üretimi kontrolsüz artacaktır. Sürekli asit stimülasyonu marginal ülserlere yol açacaktır.

(6) Anastomoz etrafındaki alkali salgıların yokolmasi: Pankreatik ve bilier alkali madde sekresyonu normal olarak gastrik asidin ince barsağa girdiği bölgede olur. Eğer Billroth II tipi gastrektomiden sonra afferent ans özellikle uzun kalmışsa bu salgının önemli miktarı daha anastomoza erişemeden emilime uğrar ve ülser oluşur. Aynı sebepten dolayı diğer bir ülserde gastrojejunostominin afferent ve efferent kollarının yanyana anastomozu sonucu oluşabilir.

(7) Zollinger-Ellison Sendromu:) İleri bir konuda daha detaylı olarak incelenecek olan bu durum üzerinde stoma ülserlerinde ayırıcı tanıda mutlak durulmalıdır. Gastrointestinal sistem radyografilerindeki karakteristik bulgular, serum gastrin düzeyinin yüksek bulunması tanı koydurucudur.

b) Teşhis: Hastada tekrarlayan dispepsi ağrı veya GİS kanamaları vardır. Radyografik tetkik istenmelidir. Fakat marjinal ülserlerin yalnızca %50 si grafide tesbit edilebilir. Bu açıdan negatif bir sonuç teşhis etmekte yeterli değildir. Gastroskopi radyografide teşhis edilmeyen ülserleri teşhis etmek açısından yapılmalıdır. Serum gastriıı ölçümleri rekürren ülserli her hastada yapılmalıdır. Gastrik analizde artmış vagal sekresyon Zollinger-EUison sendromunu veya tam çıkarılmamış antrumu düşündürmelidir.

Bunların herbiri fazla gastrin nedeniyle oluştuğundan gastrik analizler üzerindeki bulgular benzerdir: Yüksek bazal sekresyon (önceki ameliyattan sonra 5 mEq/s den daha fazla) ve bazalin uyarılmış sekresyona olan oranının yüksek olması (BAO/MAO >0,6). Sekretinle stmülasyon Zollinger EUison sendromunda gastrin değerlerinin yükselmesine yol açar, halbuki bırakılmış antrum sendromunda sekresyona hiçbir cevap yoktur. Bırakılmış antrum bazen radyografide gösterilebilir ancak eğer af ferent, ans baryumla doldurulmazsa laporotomi sırasında duodenal güdüğün genel inspeksiyonu ve biopsisi gerekli olabilir.

c) Tedavi: H2 reseptör blokörleri daha çok marginel ülserin iyileşmesini sağlar ancak nüksler yinede görülür ve ikinci bir ameliyat çok kez endikedir.

Preoperatif dönemde bir antrum parçasının bırakıldığından şüphe edilirse duodenum güdüğünün tetkiki gerekir. Unutulan antrum parçası bugünkü modern cerrahide marginal ülserlerin ender görülen sebeplerindendir ve artmış Gastrin seviyesi genelde Zollinger-EUi-son sendromunu gösterir.

Vakaların %90’ında ciddi diare ve ağırlık kaybı olur. Nüks peptik ülserlerdeki tipik ağrı diarenin başlangıcını takiben başlar. Bazen de ağrı fistülün oluştuğu anda veya diare başlayınca artar. Bazı hastalarda intestinal kanama komplikasyonlara eşlik eder. Hasta, günde 8-12 hatta daha fazla tuvalete gider, feces su gibidir ve sindirilmemiş gıda parçalan içerir. Hastanın ağzı çok kötü kokmaktadır ve fekaloid kusma olabilir.

Laboratuvar bulgularında serum proteini düşük, sıvı elektrolit dengesi bozuktur. Suda ve yağda eriyen vitaminlerde defekt vardır.

Üst GIS belirtiler %50 vakada marginal ülseri, %15 vakada da fistülü gösterir.

Gastrokolik fistülde hastalık belirtileri kolonda proximal bağırsağa taşınan büyük bakteri kitleleri ile oluşur. Yemeğin kısa bir sirkülasyon ile fistülden bağırsağa geçmesi önemli bir faktör değildir. Bakterinin ciddi biçimde absorpsiyonu önlemesi mekanizmasına safra tuzlarının dekonjugasyonu, diarojenik hidroksi yağ asitlerinin yapımı, mukoza hasan ve daha bilinmeyenler dahildir.

Başlangıç tedavisinde sıvı ve elektrolit kaybını yerine koymak gerekir. Geçmişte, fekal akımı fistülden saptırmak için yapılan muameleler beslenmeye izin vermek için kullanılırdı. Proximal kolostomi, ileumun bulunması ile ileosigmoidostomi ve kolokolostomi ile fistülü ihraç etmek etkiliydi. Modern tedavi, tek basamakla operasyonu izleyen total parenteral beslenmeyi icab ettirir. Gerekli kolon ve ülsere olan gastrojejunal segment çıkanlıp, kolonun devamlılığı tekrar sağlanır. Ülser diatezini tedavi etmek ve diğer bir nüksü önlemek için vagotomi, parsiyel gastrektomi veya ikisi birarada yapılabilir. Benign hastalarda sonuç mükemmel iken malign fistüller için genelde görünüm kötüdür.

3.Dumping sendromu: Dumping sendromunun semptomları genelde mide boşalma regülasyonunu bozan bir ameliyat geçiren hastalarda görülür. Birkaç ay içinde ancak %l-2 hastada Dumping klinik bir problem olmuştur. Semptomlar 2 kategoridedir; kardiovasküler ve gastrointestinal Yemekten kısa bir süre sonra palpitasyon, terleme, halsizlik, dispne, kızarma, karın ağrısı, diare, bulantı, kusma ve nadiren de senkop olur. Semptomların hepsi hastada görülmeyebilir. Ciddi vakalarda hasta rahatsızlığı geçinceye kadar 30-40′ yatırılmalıdır.

Normal vakalarda Dumping, proximal bağırsak içine hipertonik solüsyonları damlatmak veya jejenumun mekanik distansiyonu ile anlaşılır. Mide ameliyattan sonrası bu sendromun görülmesi hipertonik gıdaların ince bağırsak içine hızla geçmesi esasına dayanır. Azalan kan volumu, artan organ kan akımı azalan kan basıncı ve yükselen Hct belli teknikler ile ölçülebilir ama büyük ihtimalle semptomlardan sorumlu değildir. Dumping az da olsa, alınan mide miktarı, GI anastomozun boyutu ve preoperatif psikolojik durum ile ilgilidir.

Çok az vakada diet uygulaması jejunal-osmolaliteyi azaltmakta tamamiyle başanlıdır.Diet karbonhidrattan fakir, yağ ve proteinden zengin olmalıdır. Şeker ve karbonhidratlar çok az tolere edilebilirler, bazı hastalarda özellikle süte karşı hassastırlar. Yemekler kuru alınmalıdır. Sıvılar ile birlikte alındıklarında bağlanırlar. Bu diet sistemi genelde yeterlidir ama antikolinerjik ilaçlar bazı hastalara yardımcı olabilir ve bazıları da diete ilave pektin ile düzelmektedir.

Dumping semptomları diet tedavisine rağmen düzelmiyorsa ileri cerrahi düşünülebilir. Bazı vakalarda düzelme, ploraplastinin geri alınması, 10 cm.lik antiperistaltik jejunum segmentinin mide çıkışına eklenmesi veya Roux-en-Y gastrojejunostominin yapılması sonrasında olur. Bu 3 yöntemle de yavaş mide boşalımı sağlanır. Eğer önceden vagatomi yapılmadı ise son 2 ameliyat sonrası marginal ülser gelişebilir.

Dumping terimi, bazı postgastrektomili hastalarda görülen fenomen için de kullanılmaktadır, i.v.geç postprandial reaktif hipoglisemic. Bu durum kısmen, erken dumping sendromunu taklit eder ama semptomlann başlangıcı yemekten 3-4 saat sonra görülen hipoglisemi ile çakışır ve hasta şeker yiyerek rahatlar.

4.Kilo kaybı ve malabsorbsiyon: Bazı hastalarda gastrektomi ile postprondial ülser rahatsızlığı geçtiğinden kilo alma görülebilir, ama genelde gastrik rezeksiyon sonrası hastanın ağırlığının %5-10 unu kaybetmesi beklenir. Çünkü hem gıda alımı azalmış hem de hazım ve emilim fonksiyonları bozulmuştur. Hastalar genelde düşük kilolarından memnun olup, problem haline getirmezler. Ender vakalarda gastrektominin ciddi malnutrisyon komplikasyonu olur ve klinikciler bununla karşılaşır. Gastrektomi sonrası malnutrisyona neden olan majör nedenler;

a) Küçük mide rezervuarı: Midenin boyutu küçüldüğü için hastalar açlıklarım az bir yemekle giderebildiklerini belirtirler. Preoperatif devrelerinde yedikleri kadar yemek yemeğe kalkıştıklarında rahatsız bir dolgunluk ve bulantı hissederler. Kapsamı arttırmak için hızlı yemek tavsiye edilebilir.

b) Perianastomotik obstruksiyon: Billroth II anastomozunun çeşikli noktalannda parsiel obstruksiyon gelişebilir. Daralma, skarlaşmayı izleyen dönemde olabildiği gibi anastomotic ülser habercisi de olabilir. Stenozlar midenin afferent veya efferent ansla birleşme yerinde tarif edilir. Nadir olarak da jejunum kenarları kalan midenin içine girebilir. Bu çeşitli mekanik tıkanıkların ortak sonucu, postprandial kusma ve ağrıdır. Hastalar yemekten sonra isteyerek kusabiliyorlar ise yemek alımlarını sınırlıyabilirler.

Afferent Loop Sendromu: Billroth II gastrektomili hastalarda yemekten 15-30 dakika sonra görülen karın ağrısı, yemekten bağımsız safralı sıvı kusmakla geçer. Bu durumun, anastomuzun afferent ans tarafındaki parsiel tıkanıklık ve gıdanın efferent ansa akmasının, sekretin, kolesistokinin, serbestleşmesini, pankreas salgı stimülasyonunu ve safra kesesi kontraksiyonu yapmasına bağlı olduğu düşünülür. Tıkanıklık birden açılıncaya kadar, safra afferent ans içinde birikir ve birden boşalan safra midenin safra ile dolmasına ve kusmaya neden olur. Ancak bu klasik tablo, nadiren vardır.

Anostomozdaki partial tıkanıklığın şekli,standart baryumlu radyolojik inceleme ve “motor meal” kullanılarak yapılan sinorodyografi ile bulunabilir.

c) Alkalen gastrit: Plorik fonksiyonlara yapılan müdühale ve ameliyatlar sonrası duodenal sıvının mide içine reflüsü kaçınılmaz ve genelde zararsız bir durum olup bazı hastalarda gastrite neden olabilir.

Esas semptom postprondial ağrıdır ve tanıda, endoskopi ile ödemli , iltihaplı mide mukozasından alınan biopsi önem taşır. Billroth II Gastrektomi sonrası hastaların çoğunda minör derecede gastrit bulunduğundan, endoskopik bulgular ağrının nedeni kabul edilmiştir. Burada, reflü olan safra miktarı ile semptomların ciddiyeti arasında pozitif bir korelasyon görülmüş ve midede safra tuzlarının ölçümü hastalar için seçilecek ameliyat biçimini kolaylaştırmıştır. Gizli kanama incelediğinde (+)’ olabilir ama melana ve hematemez nadirdir. Bu durumun, genellikle safralı gastrit olarak bilinmesine rağmen, safra tuzlarının bu patolojik tablodan tamamiyle sorumlu olduğu kesin değildir. Ve kolesteramin nadiren semptomatik iyileşme sağlar. İnatçı ve ciddi ağrı cerrahi girişim için bir belirtidir. Seçilen tedavi 40 cm.lik jejunal bölüm ile Roux-en-Y gastrojejunostomidir. İncelenen hastaların 2/3 ünde sonuç memnun ediciyken, başarısız 1/3 inde yanlış teşhis ihtimali düşünülmektedir.

d)Malabsorbsiyon: Billroth II gastrektomililerin pek çoğunda görülen yağ absorbsiyonunun azalması ile karekterize bir hastalıktır. Normalde mideye giden yağların ancak %5’i dışkı ile atılmaktayken, bu hastalarda oran %10-15’dir. Bu derecedeki steatore genelde kilo kaybı veya diare ile birlikte görülmez ve pek çok hastada subklinik olarak kalır. Esas neden barsakda gıda ve pankreatik enzim karışımının düzensiz olmasıdır.

Bazı hastada afferent ansdaki staz, bakteri proliferasyonunu arttırmakta ve kör loop senromu gelişmektedir. Bakteriler, sonradan çökecek veya emilecek olan safra tuzlarını dekonjuge hale sokmakta, yağlı maddelerin miçel formasyonları için kullanışsız hale getirmektedir. Kilo kaybı ve diare belki görülebilir ve buna yağda eriyen vitaminlerin (Vit A,D,E,K) eksikliği eşlik eder. Afferent ansdaki bakteri konsantrasyonunun antibiotiker yardımıyla düşürülmesi ile yağ absorbsiyonunda semptomatik ve biokimyasal düzelme görülür. Tetrasiklin ve Lincomisin, safra tuzu dekonjugasyonuna neden olan bakteriodeslere etkili olduğundan en iyi sonucu verir. Oral olarak pankreatik enzimlerin yerine konması da faydalı olabilir.

Bu yollar ile steatore kontrola alınabilmekte ise de oldukça pahalıdır. Majör kontrendikasyonların olmadığı durumlarda yapılacak cerrahi Billroth H’nin Billroth I-e çevrilmesini içerir. Bu işlem, afferent ansın kör ans sendromundaki sorumluluğunu kaldırır, gıdaların enzimlerle karışmasını ve pek çok hastada gastrektomi sonrası malabsorbsiyonu düzeltmeyi sağlar.

5.Anemi: Parsiel gastrektomi geçiren hastaların %30’unda 5 yıl içinde Fe eksikliği anemisi gelişmektedir. Bu durum, organik moleküle bağlı bulunan Fe’li yiyeceklerin absorbsiyon bozukluğundan kaynaklanır. Bu teşhis konulmadan önce, hastanın kan kaybının GIS yönünden araştırılması gerekir. Marginal ülser veya atlanmış bir tümörden kaynaklanan yavaş bir kanama, uygun endoskopik ve radyolojik testler ile gözlenmelidir, inorganik Fe (Ferrosulfat veya Iferrogluk’o-nat) tedavi için endikedir ve gastrektomi sonrası normal emilir. Gastrektomi sonrası çok az vakada Vıt B12 yetersizliği ve megalablastik anemi görülür.

6.Vagotomi sonrası diare: Trunkal vagotomi yapılanların 2/3 ünde günlük barsak hareketlerinin sayısı artmıştır. Genellikle bu durum hasta tarafından iyilik belirtisi olarak kabul edilir, ya da önemsenmez. Trunkal vagotomi yapılanların %5-10’u bazen antidiareik ilaçlarla tedavi ister ve bazen %1 kadarı bu durumdan oldukça şikayetçi olur. Haftalar ve aylar süren semptomsuz dönemlerden sonra birden başlayan ishalleri her atak 1-1-2 sefer dışkılama ile geçer veya bir kaç gün sürer. Bazı hastaların ise günde 3-5 kez dianesi olabilir.

Fizyopatolojisi tam bilinmemesine rağmen vagotomi sonrası diare mide boşalımının artmasına (drenajı izleyen dönemde) ve barsak motilitesi üstüne vagal denervasyonunun etkisine bağlanır. Bu komplikasyonlar perietal hücre vagotomisi ile önlenebilir.

Sakin seyreden post vagatal diareli vakaların çoğu kaolin-pectin (kaopectate) karaşımı ile tatminkâr biçimde tedavi edilebilir. Daha ciddi vakalar için Kodein, Atropinle Difenak-silat (Lomotil) ve Laperomid (Imodium) gerekebilir. Eğer bunlar yetersiz kalıyorsa ve hastalıkda ciddi ise, ploroplasty aşağyıa alınabilir. Veya ters yöndeki 10 cm.lik jejenum segmenti mide çıkışına eklenebilir veya jejenumda distaldeki 100 cm.lik bölüm Trzitz ligementine eklenebilir.

PEPTİK ÜLSERDEN OLAN KANAMALAR

Kronik gastrit ve duodenal ülser ayni kanama eğilimini gösterir, fakat kronik | gastrit daha ciddi kanamalara neden olur. Ülser kanaması 0 kan gruplu şahıslarda daha sıktır, fakat bunun nedeni bilinmemektedir. Bu durumda kanayan ülserler ekseriya duodenunumun arka yüzünde (duvarında) lokalize olan ülserlerdir. Ülser penetre olunca, gastroduodenal arter açıkta kalıp aşınabilir. Duodenumun ön duvarında ( ön yüzünde) büyük kan damarları olmadığından, bu yüzdeki ülserlerin kanamaya eğilimleri yoktur. Kanama ve perforasyonu birlikte olduğu hastalarda ekseriye iki ülser vardır. Kanayan bir arka yüz ülseri ve perforasyon olmuş bir ön yüz ülseri birlikte vardır. Postlublere ülserler (duodenumun 2’nci kıtasında bulunan ülserlerdir). Sıklıkla kanarlar, fakat bu bölgedeki ülserler prepylorik i ülserlere göre çok daha az sıklıkta bulunurlar.

Bir kısım hastalarda kanama ani ve massif olarak hematemez ve şokla ortaya çıkar. Diğerlerinde ise, yavaş kanamaya bağlı olarak kronik anemi, halsizlik zayıflık bulguları vardır. Teşhis ekseriya tipik ülser ağrısı hikayesi ile konur. Gerçekte, bazı hastalarda hasta kanamadan önce kronik bir ülserin varlığı ortaya konmuştur. Mamafih ülser semptomları önceden bulunmayabilir. Bununla beraber kanın muayenesinde epigastrik hassasiyet bulunabilir. Fakat bu bulguların çok fazla tanısal değeri yoktur.

Peptik ülser kanamaları bir çok hastada (%75) yalnız tıbbi tedavi ile başarılı olarak tedavi edilebilir. Yapılan ilk tedaviler genellikle kanamayı durdurur. Bu durumda her saat antiasid verilmektedir. Bununla birlikte bazı doktorlar Nazo-gastrik tüp aracılığı ile mideye damla infizyonu şeklinde verilmesini tercih etmektedir. Kontrollü çalışmalarda ülser kanamalı hastalarda Cimetidine tedavisine erken başlanması sonuçları değiştirmemiştir. Ülserlerden kanamanın durdurulmasında; elektrokoterizasyon ve Laser Fotokoagülasyonu araştırılmaktadır.

Bu teknikler, yavaş olarak kanayan lezyonların kontrolünde etkili ve emin olmuşlardır. Bu yöntemler ne ameliyat gereksinimi ne de ölüm oranını azaltmamıştır. Kanamanın kesin olarak durmasından 12-24 saat geçtikten sonra, eğer hasta açlık hissederse, sık aralıklarla beslenecektir. Günde 2 defa tesbit edilecek şekilde hematokrit değerlerine bakılmalıdır, ancak bu şekilde yavaş fakat devamlı kanamalar kontrol edilebilir. Feçes gizli kan için her gün muayene edilmelidir. Kanama durduktan birkaç gün sonra dahi gaitada kan pozitif olarak kalacaktır. Hastahanede tekrar kanamanın ortalama %30 civarında ölüm oranı olduğu saptanmıştır. Tekrar kanayanlar için erken cerrahi girişim uygulanması halinde daha iyi sonuçlar elde edilir.

Hematemezisi olan ve hemoglobini 8 g/dl’nin altındaki hastalarda tekrar kanama riski yüksektir. Gastrik ülserli birçok hastada yeniden kanama (%30) duodenum ülserli hastalardan 3 defa daha fazladır. Eğer kanamadan sorumlu damar görülebilirse (endoskopist tarafından görülebilir) tekrar kanama şansı ortalama %50 dir. Bazı gözlemciler tekrar kanayan hastaların hepsinde görülebilir bir damar bulmuşlardır. Bu konuda daha çok bilgi gereklidir. Çünkü görünür bir damarın tamamı endoskopistler arasında büyük oranda farklıdır. Vak’aların çoğunda tekrar kanama ilk kanama epizodu durduktan sonraki iki gün içinde meydana gelir. Bir çalışmada vak’aların sadece %3’ü kanama iki gün durduktan sonra yeniden kanamışlardır.

Acil Cerrahî

Peptik ülserden kanaması olan hastaların ortalama %25’i acil cerrahi girişim gerektirir. Cerrahi girişimden sonra, tıbbi tedaviye göre daha fazla yaşama şansı olanlardan seçimi kan kaybının hızına ve diğer zayıf prognoz ile ilgili faktörlere bağlıdır. Kanayan ülser için yapılan gastrektomilerden sonra ölüm oranı vagotomi-Piloroplastilerden daha yüksektir. Tekrar kanama diğer yöntemlerden sonrada aşağı yukarı eşit sıklıkta meydana gelir. Laparotomi sırasında tanı eğer kanayan bir duodenum ülseri ise, ilk iş bir piloroplasti insizyonu yapmaktır. Eğer bir duodenum ülseri varsa, kanayan damar dikişli bağlama ile bağlanmalı ve duodenum ile antrum başka ülserler için araştırılmalıdır. Daha sonra piloroplasti enzisyonu kapatılıp turunkalvagotomi yapılmalıdır. Eğer duodenumun arka duvarını tahrip eden dev bir ülser varsa mide rezeksiyonu Billroth-II-tipinde Gastro-jejunostomi tercih edilmelidir. Eğer duodenumun mide ile ilişkisi devam ederse ülserin tekrar kanama ihtimali yüksek olacaktır. Gastrik ülserlere hem gastrektomi hem de vagotomi piloroplasti yapılabilir. Ameliyat sırasında ikinci bir ülser veya kanamanın diğer sebepleri iyi bir şekilde araştırılmalıdır.