Kor Pulmonale

Bu ülkedeki (Amerika Brleşik Devletleri’ndeki) çoğu kor pulmonale vakasına, kronik akciğer hastalıkları olan kronik bronşit ve amfizem neden olur. Kor pulmonale, akciğerlerde bulunan arterlerdeki (atardamarlardaki) kan basıncından kaynaklanır. Kor pulmonale oluşur çünkü zamanla emfizem ya da kronik bronşit, akciğerlerdeki küçük hava torbacıklarını ve kan damarlarını tahrip eder ve bu da oksijenin kana girmesini zorlaştırır.

kalp

Düşük oksijen seviyesi, akciğerlerdeki arterlerin (atardamarların) sıkışmasına neden olur ve bu da pulmoner arterlerdeki (atardamarlardaki) basıncın artmasına neden olur (pulmoner hipertansiyon). Sağ ventrikül (karıncık), artan basınca karşı pompalama yapmak için daha çok çalışmak zorundadır.

Pulmoner hipertansiyon ve kor pulmonale’in daha seyrek görülen bir nedeni, akciğerlerdeki kan damarlarına yerleşen multipl (çoklu), nükseden kan pıhtılandır (pulmoner emboli). Az sayıda kişide, özellikle genç kadınlarda, primer pulmoner hipertansiyon olarak adlandırılan ve bilinmeyen bir nedenden kaynaklanan bir hastalık kor pulmonale’e neden olur. Diyet ilaçlan olan fenfluramin ve deksfenfluramin de pulmoner hipertansiyona neden olmuştur.

SEMPTOMLAR
Kor pulmonale, fiziksel muaye¬neyle kolyca teşhis edilir. Sağ ventrikülün (karıncığın) fonksiyonunun (işlevinin) ne derece hasar gördüğü bir ekokardiyogramla belirlenebilir.Kor pulmonale, altta yatan kronik akciğer hastalığını tedavi etmeden tedavi edilemez; bu, hava yollarını açmak ve akciğerlerdeki iltihaplanmayı azaltmak için kullanılan ilaçlarla gerçekleştirilir.

En önemli adım, burnunuzdan ekstra oksijen vermek için , nazal pronglar (burun kamilleri) aracılığıyla küçük bir plastik hortum kullanarak kanınızda yeteri kadar oksijen konsantrasyonu bulundu¬ğundan emin olmaktır. Kandaki oksijen seviyesini arttırmak, akciğerlerdeki arterlerin (atardamarların) dinlenmesine neden olur ve bu da pulmoner arterdeki basıncı düşürür ve sağ ventrikülün (karıncığın) işini azaltır.
Diyüretik ilaçlar (idrar söktürücüler) ve bazen digitalis (yüksük otu) faydalı olabilir. Ancak, yan etkilerini önlemek için bu ilaçların doktorunuz tarafından dikkatli bir şekilde izlenmesi gerekir.

Meme kanserinde Patolojik Tipler

Tip I ve II. lezyonları noninvaziv fakat oldukça iyi diferansiye olmuşlardır ve daha sık metastaz yaparlar (%34 koltuk altı metastazı).

Tip III. ve IV. kanserler daha az diferansiyedirler ve metastaz yapmaya daha çok eğilimleri vardır (55-60) pozitif nodul). Patolojik tiplere göre görülme sıklığı (tip I.%5, tipll.%15, tip III. %65, tip IV.%15) çoğunluk metastaz yapan ve az diferansiye olan tiplerden yanadır. Yaşama süresi metastaz temayülü arttıkça, kısalır.

Çocuklarda Formül sütü ile karışık beslenme

Formül sütler genellikle toz şeklinde kutu lanmıştır. Ülkemizde piyasada bulunmamakla birlikte bu sütlerin sıvı ve hiçbir hazırlama ge­rektirmeyen şekilleri de vardır. Tablo 7.6.10 da bu süt formüllerinden bazı örnekler verilmiştir.

Görüldüğü gibi bu formüllerin bileşimleri küçük farklılıklarla birbirine yakındır ve tüm formül­ler anne sütüne benzer bileşimdedir.

Süt formülleri, ev koşullarında kaynatılarak sterilize edilmiş emzik şişelerine gerekli miktar kaynamış su konulması ve buna tarifine uygun ölçüde tofformül katılması ile hazırlanır. İdeal olarak süt formüllerinin hazırlanmasında kul­lanılacak suyun kurşun, nitrit gibi maddeler açısından kontrol edilmesi gerekir. Suyun kire­cini azaltmak amacıyla kullanılan filtrelerden geçirilmesi, ayrıca uzun süre kaynatılması, sod­yum konsantrasyonunu belirgin olarak arttırabi. Lir.

Sütün hazırlanmasında kullanılan tüm araç­ların temizliği ve steril olması çok • önemlidir. Biberonlar ısıya dayanıklı camdan yapılmalı, iç yüzleri düzgün olmalı ve üzerinde miktar işaret­leri bulunmalıdır. Geniş ağızlı biberonlar daha kolay temizlenir. Formüllerin hazırlanması için kullanılan bütün araçlar 10 dakika süre ile kay­natılarak sterilize edilmelidir. Lastik emziklerin ve biberon kapaklarının 5 dakika kadar kaynatıl­ması yeterlidir. Bazı ülkelerde kimyasal sterili zasyon da uygulanmaktadır.  Bu amaçla geneliikle hipoklorit solüsyonları kullanılır ve araçlar solüsyonda birkaç saat bırakılarak sterilize edi­lir. Her beslenmeden sonra biberon ve biberon emziği su ile kuvvetlice çalkalanarak yıkanmalı, su ve deterjan ile yıkanıncaya dek biberonlar su dolu şekilde bırakılmalıdır.

Karışık beslenmede beslenme yöntemine de dikkat edilmesi gerekir. Emzik şişesi verilirken çocuk aynen anne sütü ile besleniyor şekilde tu­tulmalı ve rahat pozisyonda olmalıdır. Biberon dikçe pozisyonda, lastik memesi havanın geçe­meyeceği, yalnızca sütün geçebileceği şekilde tu­tulmalıdır. Biberondaki sütün genelde vücut ısı­sında olması önerilmekle birlikte sütün soğuk verilmesinin bir sakıncası olmadığı gözlenmiştir. Özellikle kusma alışkanlığı olan bebeklerde sü­tün soğuk verilmesi ile kusmaların azaldığı bil­dirilmektedir. Süt ısısı el bileğine bir damla süt damlatılarak kontrol edilebilir. Emzik delikleri sütün yavaşça damlayabileceği büyüklükte ol­malıdır. Biberonla beslenen çocuklarda, anne sü­tü alanlara oranla regürjitasyon (alman besinin, bir bölümünün çıkarılması) daha sık görülür. Bu nedenle öğünlerden sonra bebeğin dik tutu­larak gaz çıkartılmasına özen gösterilmelidir. Hiçbir zaman çocuğun istediğinden fazlasını ver­meye çalışmamalıdır. İnfeksiyon açısından bibe­ronda artan süt atılmalıdır.

Karışık beslenme, başlangıçta günde 2 öğüne (sabah ikinci öğün ve akşam öğünü) ilâve yapı­larak denenebilir, bu yeterli olmazsa her öğün, 5 10 dakika emzirmeden sonra formül süt verile­rek uygulanır. Verilecek miktarları çocuğun is­teği belirler. Beslenmenin yeterliliği çocuğun tar­tısı kontrol edilerek değerlendirilir.

4 ncü aydan sonra başlatılan karışık beslen­mede tablo 7.6.10 «la verilmiş süt formülleri kul­lanılabileceği gibi bu dönemde protein, karbon­hidrat ve demir içerikleri daha yüksek olan for­mül sütleri de verilebilir. Tablo 7.6.11 de bu tip sütlere örnekler verilmiştir.

Karışık beslenen :bebeğe verilecek ek besin­ler, doğal beslenmede olduğu gibidir. Bu tip bes­lenmede ek besinlere daha erken başlanabilir. İlk haftalardan başlayarak karışık beslenme uy­gulanan bebeklerde 4 haftalıkta meyve suları, 4 aylıkta muhallebi ve sebze mamaları verilebi­lir.

İnek sütü ile karışık beslenme

Karışık beslenmede inek sütü, ancak eko­nomik veya ba,şka nedenlerle formül sütlerin ve­rilmesine olanak yoksa kullanılabilecek bir be­sindir. İnek sütü protein ve mineral içeriği yük­sek, proteinlerinin bileşimi anne sütündekinden çok farklı, esansiyel yağ asitlerinden ve demir­den fakir bir süttür. Karbonhidrat içeriği de anne sütüne kıyasla düşüktür (tablo 7.6.9). Bu neden­lerle özellikle ilk 6 ayındaki bebekler için inek sütü uygun bir besin değildir. Küçük bebeklere inek sütünün verilmesi ile sindirim güçlükleri, kabızlık veya ishal, hiperozmolar dehidratasyo na ve tetaniye eğilim görülebilir. Sütçocuğu ko liklerine ve allerjik belirtilere inek sütü alanlar­da daha sık rastlanır. Fazla verildiğinde gastro intestinal kanamalara da yol açabilmektedir.

Küçük bebeklere inek sütü ancak kayna­tılma, su ve şeker ilâve edilme gibi bileşimi de­ğiştirilmek koşulu ile verilebilir. Bu şekilde ka­zeinin sindirimi biraz kolaylaştırılmış, tuz ve proteinleri azaltılmış, karbonhidrat içeriği arttı­rılmış ve bileşimi bir ölçüde anne sütüne yak­laşmış olur.

Sulandırma ■ ilk 4 5 ayında olan sütçocuk larma verilecek inek sütü, protein ve tuz konsan­trasyonlarını azaltmak amacı ile sulandırılır. Sü­tü sulandırmak için kaynatılmış su kullanılır; su­da yüksek miktarda nitrat veya nitritlerin bu­lunmamasına dikkat etmelidir. Sulandırma, yeni doğan çağında (ilk 4 haftada) yarı yarıya (1:1); 1 4 ay arası sütçocuklarmda 2:1 oranında (2 kı­sım süt, l kısım su)  yapılır. 4 aylıktan büyük

Karbonhidrat ilavesi.  İnek sütündeki şeker azlığı kabızlığa yol açabilir. Dışkı açık renk, pis kokulu ve sert olur (inek sütü dispepsisi). İnek sütü,dispepsisini önlemek ve kaloriyi arttırmak amacıyla inek sütüne % 5 oranında karbonhidrat ilave edilir c100 g süte veya sulandırılmış süte 1 çay kaşığı toz şeker). Şeker olarak adi bakkal şekeri (sakkaroz) kullanılır. Bebek 9 aylık olduk­tan sonra inek sütüne şeker eklemeye gerek yok­tur. Bu aydan sonra çocuğu diş çürüklerinden ko­rumak amacıyla, olabildiğince şekersiz besinlere alıştırmak amaçlanır.

İnek sütü piyasada çiğ süt (sütçü sütü), pas­törize süt (şişede veya kutulanmış) ve sterilize süt (havası alınarak kutulanmış) olarak bulunur. Çiğ ve pastörize sütler sütçocuğunda kaynatıl­madan kullanılmamalıdır. Bu sütler buzdolabın­da 48 saatten fazla bekletilmemelidir.

İnek sütünü daha iyi bir emülsiyon durumu­na getirmek ve midede sindirimini kolaylaştır­mak amacıyla asit ilâvesi denenmiştir. Asitli sütler önceden kaynatılmış ve soğutulmuş sü­te % 10 luk laktik asit, sitrik asit gibi asitlerin eklenmesi ile hazırlanır. Asit ilâve edilmiş sütler küçük bebeklerde asidoza yol açabilir. Bebek bes­lenmesinde asitli sütler günümüzde pek kullanıl­mamaktadır.

Bebeklerde Aspirasyon sendromları

Yenidoğan trakeasmda mekonyum görülme sıklığı % 0.5 olarak bildirilir. Bunların % 20 sin­de pulmoner hastalık gelişir. Canlı doğanlarda mekonyum aspirasyon pnömonisi sıklığı 1 3/1000 kadardır. Aspirasyon riski özellikle ikinci doğan ikiz eşlerinde ve makat gelişiyle doğanlarda faz­ladır.

Doğumdan önce veya doğum sırasında masif aspirasyon sonucu ölü doğanların ya da hemen ölen yenidoğanların akciğerleri incelendiğinde hava bulunmadığı veya havalanmanın bazı alanlara sınırlı kaldığı gözlenir. Akciğerlerin kı­vamı sertçedir, tesbit edici solüsyonda dibe ba­tar. Bronşlar sıvı veya az müküs içerir, kesit ya­pılan yüzeylerden sıvı sızar. Mikroskopta birçok alveolun kollabe, diğerlerinin aşırı genişlemiş, iç­leri sıvı ile dolu olduğu, bazılarının içinde epitel artıklar bulunduğu gözlenir. Çoğu vakada kon jesyon, ödem ve hemoraji ön plandadır. Atelek tazi ya da amfizemli bölgeler ya da her ikisi bir­likte görülebilir. Pulmoner kapillerlerin distan siyonu ve sıvı ile aşırı dolgunluğu gözle görüle­bilir. Sağ kalp dilatasyonu da saptanabilir.

Sağlıklı bir fetus için hızlı ve yüzeysel solu­num hareketleri, fizyolojik bir özelliktir. Bu ha­reketlerle az bir miktar (1 mi kadar) akciğer sı­vısı alveollerden amnios sıvısına doğru tek yönlü yer değiştirir. Doğumdan önce gözlenebilen iç çekme hareketleri sırasında amniotik kese içe­riği akciğere geçmez. Amnios sıvısının akciğerlere girmesi plasentada infarkt, erken ayrılma, kordon dolanması, annede hipotansiyon gibi plasenta­dan fetusa gaz alış verişini bozan patolojik du­rumlarda görülür. Bu durumun çocuk üzerine olan etkisi aspire edilen sıvının miktarına ve skuamöz hücre, kan, verniks, mekonyum içerip içermemesine bağlıdır. Ölü doğan bebeklerin ak­ciğerlerinin incelenmesinde skuamöz ve diğer amnios sıvısı  artıklarının yaygın     aspirasyonu Görülür. Kan ve cerahat ile kontamine sıvının aspirasyonu sonucu ortaya çıkan tabloyu konge nital pnömoniden ayırmak güçtür. Kontamine olmamış amnios sıvısının fazla aspirasyonu ye nidoğamrî^geçici taşipnesinin bir nedeni olabilir.

Mekonyum aspirasyonu

Doğumdan önce mekonyum pasajı genellikle fetal distres işaretidir. Bununla birlikte her za­man aspirasyon olmaz.

Tüm doğumların yaklaşık % 10 unda bebek, derisi mekonyumla boyanmış olarak dünyaya gelir. Bu yenidoğanların bir bölümünde solunum ile ilgili hiçbir belirti görülmez. Vakaların yak­laşık yarısında trakeada mekonyum görülür. Bu vakalarda semptomlar genellikle hafiftir, bir gün sürer ve çocuk düzelir. Bazı çocuklarda ise ma teryel üst veya alt solunum yollarına geçerek ak­ciğerlerin havalanmasını engeller. Akciğerlere mekonyum aspirasyonu olan yenidoğanlarda in terkostal ve sternal çekilmeler, ekspiratuar in­leme ve doğumu izleyen saatlerde giderek iler­leyen siyanoz ile ağır solunum güçlüğü gelişir. Obstrüksiyonu önlemek amacıyla bebeğin yaptı­ğı solunum eforu sonucu alveolierde yırtılmalar oluşur. Pnömomediastinum, pnömotoraks gelişe­bilir.

Başlangıçta solunum eforu nedeniyle hipo kani vardır. Hiperkapni, kötü prognoza işaret eder. Mekonyum aspirasyonu vakalarının birço­ğunda klinik bulgular ilk 24 48 saatten sonra düzelmeye başlar. Kan pg2 düzeyi ve hatta rad­yolojik bulgular düzeldikten sonra bile hiper ventilasyon ve buna bağlı respiratuar alkaloz bir hafta kadar devam edebilir. Ağır vakalarda pul­moner hipertansiyon gelişir. Bu vakalarda belir­gin siyanoz ve metabolik asidoz vardır. Akciğer grafisinde yer yer infiltratlar, intraiobüler ve intrapleural sıvı görünümü saptanır.

Amnios sıvısında mekonyum gözlenen tüm yenidoğanlarda doğumda, ilk solunumdan önce orofarinks ve trakea birkaç kez aspire edilmeli­dir. Aspirasyon sırasında bradikardi oluşabilir, ancak uygulamayı hava yolları temizlenene ka­dar sürdürmek uygundur. Bunu izleyerek pozi­tif basınç ile ventilasyon başlatılır. Bu uygula­madan sonra ilk 8 saatlik sürede bebek postüral drenaj pozisyonunda tutulur ve toraksa küçük darbelerle vurularak mekonyum kalıntıları çı­kartılmaya çalışılır.

Pulmoner hipertansiyon gelişmiş vakalarda tedavi yüz güldürücü değildir. Yüksek konsan­trasyonda oksijen vermek gerekir. Mekanik venti lasyonda inspirium ekspirium oranı 1:4 e ayarla­narak ventilasyon hızlı olarak uygulanmalıdır. Bu hiperventilasyon iîe pulmoner direnç bazen düşü­rülebilir. Hiperventilasyon süresinde sistemik kan basıncının düşmemesine dikkat edilmelidir. Bazı vakalarda hipotansiyon dopamin perfüz yonu ile tedaviyi gerektirir. Pulmoner hipertan­siyon tedavisi olarak tolazoline hydrochloride (1 mg/kg) damar yolu ile verilebilir. Ancak bu uygulamanın da sistemik hipotansiyona neden olabileceği anımsanmalıdır.

Postnatal aspirasyon

Yenidoğan bebeklerin % 10 15 i, özellikle ya­şamın ilk saatlerinde aspirasyona eğilimlidirler. Böyle çocuklarda postnatal aspirasyon gavajla beslenmede ya da suni beslenmede fazla miktar­lar verildiği zaman görülebilir. Bazen beslenme sırasında fazla hava yutulmasına bağlı olarak da oluşabilir. İntestinal obstrüksiyon vakalarında da aspirasyon gelişebilir.

Tekrarlayan aspirasyon ya da beslenmeyi izleyen öksürük veya tıkanma nöbeti anato­mik bir defekti düşündürmelidir. Trakeoesofa geal fistül bu belirtilerin en sık nedenidir. Posterior yarık da benzer semptomlara neden olabilir. Tekrarlayan aspirasyon, «farinkste koor­dinasyon bozukluğu» olarak adlandırılan fonksi­yonel bozuklukta da görülür. Faringeal inkoor dinasyon sürekli ise disotonomi düşünülmelidir.

Aspirasyonun olduğu farkedildiğinde orofa rinks hemen aspire edilmelidir. Klinik duruma göre laringoskopi, trakea . Aspirasyonu gereke­bilir. Obstrüksiyon total olduğunda apne oluşa­bilir. Bu durumda intübasyon ye yardımcı solu­num gerekir.

İHMAL EZİYETLERİ

ihmal hukukunun temel olarak anlaşılması, bir doktorun böyle bir davada savunma tarafı olma ihtimalini azaltır, ve eğer hukuki bir dava oluşmuş ise, buna karşı etkili ve akılcı bir müdafaa yapma imkanını artırır.

İhmal davalarında ispatlanması gereken iddia konulan 4 unsurdan ibarettir: Görev, suistimal, sebebiyet ve zarar. Bu unsurlardan her biri, davacı tarafından getirilen ve doğruluğu yanlışlığından çok daha kuvvetli olan delillerle ispatlanmalıdır. Bu ispatı yapamamak davacının davasının sonu olur.

Bir tıbbi ihmal davasında doktorun hastaya borçlu olduğu görev, doktor-hasta ilişkisiyle bir arada gider. Yani, tedaviyi yapan doktor, diğer doktorlar tarfından uygulanan bilgi, beceri ve ihtimama eşdeğer bir bakıma sahip olmalı, ve hastasını tedavide bu kalitede bir bakım yapmalıdır. Doktor için hastayı tedaviye kabul etme mecburiyeti yoktur. Doktor, eğer isterse, herhangi bir sebeple veya hiçbir sebep olmaksazm, bir hastayı tedavi etmeyi reddedebilir.

Doktorun, doktor-hasta ilişkisi oluşturmaksızın bir şahsın tedavisini yapabileceği, ve dolayısıyle kendi üzerine hastayı tedavi etme mecburiyetini almayacağı bir özel durum şudur: Normal görev kapsamı dışında bir şahsa acil tedavi uygulanması. Kazaya uğrayan kimselere doktorların yardım etmek istemeyişlerini destekleyen çok kuvvetli bir kamuoyu oluştuğu için (bu isteksizlik mesuliyetten kurtulmak içindir), eyalet idareleri bu konuda özel statüler tanımak zorunda kalmıştır. Bunlardan birisi “Merhametli Vatandaşlara Kolaylık” kanunu olup, kaza kurbanı şahıslara yardım eden doktorlara, bu yardım esnasında ortaya çıkabilecek normal tipteki ihmallerden dolayı doğan sorumluluklara karşı, ve bazen de tam ihmalden doğabilecek sorumluluklara karşı, dokunulmazlık tanımaktadır. Buna ilave olarak, bazı eyaletler, hastasının durumu önceki bir tedaviye rağmen (veya bu tedavi yüzünden) kötüye giden bir doktora yardım için çağrılan tıbbi uzmanlara dokunulmazlık tanımıştır.

Kaliforniya’da yürürlüğe konan şu kanun tipik bir örnek olarak gösterilebilir: (İş ve Meslekler Kanunu1 nun “Olay Yerinde Acil Tedavi” başlıklı 2395 no.lu maddesi):

“Bir Acil Vaka Yerinde* bir hastaya iyi niyetle müdahale eden harhangi bir diplomalı meslek erbabı, bu hizmeti yaparken kendi fiillerinden veya unutmalarından dolayı ortaya çıkabilecek medeni zararlardan mesul tutulmayacaktır”. Burada, “Acil Vaka Yeri” tabirinin sadece olayın vuku bulduğu mahalli değil, aynı zamanda mesleğin normal olarak icra edildiği yeri de kapsamına aldığına dikkat edilmelidir. Bu sebeple eğer bir doktor acil serviste görevini yaparken bir hastayı tedavi etse, veya, hastanede görev başında olan bir grubun üyesi olarak bir hastaya müdahale etse, yukarıda bahsedilen Merhametli Vatandaşlara Kolaylık Kanununun kapsamına girmez.

İş ve Meslekler Kanunu’nun “Bir Başkasının Daha önceki Tedavisinden Kaynaklanan Komplikasyonlar İçin Acil Tedavi” başlıklı 2396 no.lu maddesi şöyle der: “mesleki diplomalı başka bir şahsın ricası üzerine, bu şahsın daha önce uyguladığı tedaviden kaynaklanan tıbbi komplikasyonlar içinde bulunan bir hastaya acil tıbbi bakım hizmeti sunan iyi niyet sahibi herhangi bir diğer bir diplomalı şahıs, bu acil hizmeti sunarken fiilleri veya unuttuğu şeylerden dolayı hasta üzerinde oluşabilecek herhangi bir medeni zarardan mesul tutulmayacaktır.” Bu kanun da olay yerini yukardaki tarzda tanımlamaktadır.

Doktorun görevi başlığı altında bahis konusu edilebilecek diğer bir problem ise, kasıtsız ortaya çıkan doktor-hasta münasebetleridir. Bu durum genel olarak, bir konuda ayaküstü bir tarzda doktorun bilgisine başvurulduğunda, ve resmi olmayan bir atmosfer içinde oluşur, (sosyal toplantı vs. gibi). Olayın cereyan ettiği ortam, doktorun mesleki bir ilişki kastetmediğini açık bir şekilde göstermekte ise, bu gibi hallerde mahkemeler doktor-hasta ilişkisinin oluşmadığına hükmederler. Fakat, doktora hastanede danışılmış ise ve doktor da hastaya normal bir viziteye gelmesini veya tıbbi tavsiyeler için başka bir doktora gitmesini söylememiş, veya hiçbir şey söylememiş ise, ve bunu müteakiben de hastanın “güven” duyacağı kanaatini beyan etmiş ise, bahsedilen durumda mahkemenin kararı farklı olabilir. Hatta, hastanın geceyarısı telefonla sorusuna karşı, doktorun “sabahleyin doktora danışın vs.” tarzında verdiği bir cevap bile tedavi olarak dağerlendirilebilir. Çünkü bu tip bir beyan, hastanın tedavi için sabaha kadar bekleyebileceğine alamettir. Böyle bir durumla karşılaşan doktorun yapacağı en iyi şey, hastayı gerçekten tedavi etmeye niyetli değil ise, hastanın uygun bir etmeye niyetli değil ise, hastanın uygun bir tıbbi bakım birimine gitmesini (hastane veya acil servis vb.) söylemek, ve başka hiçbirşey tavsiye etmemektir.

Doktorun hastaya karşı görevi, “standart bakım” kapsamında yapılır ve doktorun bu standart bakımı yapamaması, ihmal davasının suistimal unsurunu oluşturur. Bu tip ihmal davalannda standart bakımın ne olduğu hususu, jürideki avamdan şahısların bilgisinin ötesinde olan bir husustur. Kanun bu gibi durumlarda bakım standartının tespitinde uzman doktorların şahitliğini ister. Bu işlemde pratisyen bir doktor şahit makamına getirilip bahis konusu olan vaka için gerekli olan tedavi hakkında şahitlik eder. Harhangi bir tıp uzmanlığı konusunda pratisyen doktorların şahitliği mümkün ise de, vaka ile ilgili olan özel uzmanlık dalı için tıbbi bir uzmanın şahitliği gerekir. Bir müddet önce standart bakım seviyesi olarak, belli bir doktorun bulunduğu toplumda doktorluk yapan diğer şahısların uyguladıkları geçerli tedavi metodları esas alınmaktaydı. Eşbölge kuralı olarak adlandırılan bu kural, pek çok değişmelere uğradı.

Günümüzde, çoğu mahkeme kararları standard bakımın tanımlanmasına,benzeri şartlar altında mesleğini başarılı bir şekilde icra eden doktorların uyguladığı tedavi usullerini de dahil etmişlerdir. Bu şartların bir tanesi de doktorluk yapılan yerin büyük tıp merkezlerine yakınlığı ve genel bilgilerine ulaşıbilirliliği hususlarının benzerliğinin bulunmasıdır. Fakat bazı eyaletlerde eşbölge kuralı tamamen iptal edilmiştir. Bu görüşün dayanağı, tıbbi ilerlemelerin ve özellikle yeni uzmanlık alanlarındaki ilerlemelerin yayılmasının çok etkili bir şekilde olması ve hatta, bu gibi konularda milli bir bakım standartının bulunabilecek derecede gelişmelerin mevcudiyetidir. Şu anda kabul bulan genel eğilim, eşbölge kuralanın dar sınırlarından çıkıp milli bir standartın oluşturulmasıdır (ve hatta, İngilizce konuşan ülkelerden başlayıp, nihai olarak uluslararası bir standart oluşturmak). Açıktır ki, önemli olan husus, tedavinin hangi bölgede veya hangi ülkede yapıldığı değil, bu tedavinin etkinliğidir. Mahkemeler, genelde diğer doktorlar tarafından rağbet görmeyen ve terkedilen tedavi metodlarının kullanılmasına coğrafik uzaklığın veya yalnızlığın bir savunma aracı olarak gösterilmesine karşı, artan nispette kararlar almaktadır.

Diğer taraftan, bir tıp sahasında doktorların çoğunun tercih ettiği bir tedavi şekli mevcut ise kanun, bu alanda çalışan bütün doktorların bu tedavi metodunu standart olarak almalarını şart koşmaz. Uygulanan fiili tedavinin, ciddi bir tıp fakültesinin ekolüne göre tasdik görmüş olması, bunun standarda bakım olarak değerlendirilmesi için yeterlidir.

Minimum Standart, mesleğinde başarılı olan uzman doktorların uyguladıkları tedavi metodlarma dayandırılmış olan bakım standartıdır. Bu standartın, savunma durumundaki bir doktor tarafından daha yüksek bir seviyeye çıkarılmasını gerektiren 2 hal vardır:

İkincisi ise, güncel olarak yapılmakta olan bir tedavi şeklinin cemiyetin korunmasına yeterli olmadığına mahkemenin kendisinin karar verdiği hallerde ortaya çıkar. Böyle bir hükmün mahkemece karara bağlanması, genel olarak yüksek standart için gerekli ilave masrafın doktora yapacağı mali zahmet az ve fakat hastalara faydası çok olan durumlarda sözkonusudur.  Mevcut olan bir standartın hastayı korumada yetersiz kaldığı hallerde ise mahkeme daha sıkı bir standart yürürlüğe koyabilir.

Bakım standartı konusundaki mahkeme kararlarından açık olarak anlaşılan husus, her doktorun kendi sınırlarını bilmesi zorunluluğudur. Acil olmayan bir vakada çok fazla müdahaleye çalışan bir doktor, uzmana danışmamak veya sevketmemek hatasından dolayı mesul duruma düşebilir.

Sebep olma unsuru kanunda büyük bir kargaşaya yol açmıştır. Davacının iddiası 2 tip sebep verme vakasını ihtiva etmelidir; olaya sebebiyet ve takribi sebep olaya sebebiyetin belirlenmesinde en sık kullanılan kontrol metodu, savunmanın davranışının şikayet edilen zararın ortaya çıkmasında en temel bir faktör olduğunun ispatlanmasıdır. Az sayıdaki bazı hükümler ise, daha değişik bir kontrol metodu kullanırlar. Buna göre, savunmanın davranışı davacının zararından daha önce oluşması şart olan bir fiil olmalıdır. Fakat, hangi kontrol tipi kullanılırsa kullanılsın sonuç çoğu hallerde aynıdır. Bu kontrol usûllerinin her birisine göre, olaya sebebiyet veren unsurun aslı aynıdır; bakım standartında doktorun yaptığı görev suistimalini ve bunun davacıya zarar açtığını ispatlayan olaylar zincirinin ispatı.

Olaya sebebiyet veren unsurun önemi, temelde yatan hastalığın gidişatını etkilemeyen ve palyatif tedavinin uygulanmış olduğu vakalarda ortaya çıkar. Eğer hasta bu hastalıktan dolayı vefat etmişse, bu gibi vakalarda palyatif tedavi uygulamış olması, doktorun standart bakımı suistimal etmiş olmasını ve hukuki yönden ölüme yol açmakla mesul tutulmasını gerektirmez. Çünkü hastanın ölümündeki gerçek sebep tedavi değildir.

Bu tartışmanın faydası bakımından, takribi sebep veya hukuki sebep olarak bilinen ikinci tip sebebiyeti, gerçeğe sebebiyet hususunda bir sınırlamalar grubu olarak düşünmek en doğru bir görüştür. Gerçeğe sebebiyet olma unsurunu tespit eden mahkeme, buna rağmen zararın doktorun davranışından çok uzak olması veya doktorun davranışı ile tedavi neticesi arasındaki olaylar zincirine bazı anormal şartların müdahale etmiş olması hallerinde, doktorun mesul olduğuna hüküm vermeyebilir.

Takribi sebep şartının etkisi, davacının hem doktorun davranışı ile netice arasındaki olaylar zincirini, hem de bu davranış ile netice arasında doğrudan ve yakın bir alaka olduğunu ispatlamak zorunda olmasıdır.