Coffea arabica L. veya C. Hberica Hiern (Rubiaceae) türünün kurutulmuş tohumudur. Bu tür 5-8 m yükseklikte, basit yapraklı, kışın yapraklarını dökmeyen, beyaz çiçekli ve kirazı andırır kırmızı meyvalı bir ağaççıktır. Anayurdu Güney Etiyopya ve Sudan olmakla beraber haleıi bilhassa tropikal Afrika ve Güney Amerika (Brezilya) da yetiştirilmektedir. Brezilya dünyanın en büyük kahve yetiştiricisidir.
Kahve ağacı, ısının +5 dereceye düştüğü bölgelerde, yaşayamamaktadır. Bu nedenle kahve ağacı yetiştirmek için Güney Anadolu (Alanya) da yapıla» denemeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Dış görünüş: 8-12 mm uzunluk ve 6-8 mm genişlikte, sert, soluk yeşil veya sarımsı yeşil renkli, bir tarafı düz, sırt kışını ise kabarık tanelerden ibarettir. Kokusu hafif, tadı acımsıdır.
Bileşim: Tanen, uçucu yağ (% 0.15), sabit yağ (% 15), şekerler ve kafein (% 0.6-2.5) taşımaktadır. Kafein, drogun etkili maddesi olarak kabul edilir.
Etki ve kullanılış: Yeşil kahve tanesi eskiden romatizma, nıkris ve böbrek taşlarına karşı ve ateş düşürücü olarak kullanılmıştır. Bu tip kullanılışlar için yeşil kahve toz edilir ve güllaç içinde alınırdı. Halen tedavide yalnız kavrulmuş kahve (Semen Cofleae tostum) kullanılmaktadır. Kavrulmuş ve toz edilmiş kahve ile hazırlanan infusyon (% 15), uyku giderici, baş ağrılarını azaltıcı, kalp kuvvetlendirici, hazmettirici ve alkaloit zehirlenmelerinde (bilhassa afyon ile meydana gelen zehirlenmelerde) panzehir olarak kullanılmaktadır.
Halen kahve bilhassa keyif verici içki olarak geniş bir şekilde kullanılmaktadır. Kahvenin, çiğ to-
1 – Paris, R. R. ve Moyse, H.: Matiere medicale 3: 136, Paris (1971).
humları yemek şeklinde, kullanılışının Etiyopyade başlamış olduğu zannedilmektedir.
19. yüzyılın sonlarında kahve, Osmanlı İmparatorluğunun ithal ettiği maddelerin başında geliyordu. Bu dönemde kahve ithali için yılda yaklaşık bir milyon lira (altın) ödenmekteydi. Dış ülkelere ödenen miktarı azaltmak için, Yemen’de kahve yetiştirilmesini teşvik için bazı girişimler olmuştur (1).
Memleketimize kahvenin ne zaman girdiği kesin olarak bilinmemekle beraber bunun birinci Sultan Selim (1466-1520) döneminin sonlarına doğru hacılar eliyle Yemenden getirilmeye başlandığı kanısındayız. Ticari miktarda ilk kahve Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde (1551 yılında) İstanbula getirilmiş ise de, verilen fetva uyarınca, kahveyi getiren gemiler, Tophane önünde dipleri delinerek yükleri ile birlikte batırılmışlardır.
İlk kahvehane’nin İstanbulun Tahtakale semtinde 1553 veya 1554 yılında açıldığı sanılmaktadır. Bu tarihi belirten beyit şöyledir: “Zuhuru kahve be diyarı Rum” 962 H. (1554 M.). S. Ünver kahve ve kahvehaneler ile ilgili geniş bil araştırma yayınlamıştır (2).
Osmanlı İmparatorluğu döneminde kahve ve kahvehane büyük bir önem kazanmış ve kahvehaneler birer sosyal kurum haline gelmiştir. Halk arasında kahve ile ilgili pek çok deyim vardır. Birkaçını buraya alıyoruz.
Kahvelerim pişti gel,
Köpükleri taştı gel.
Eyi günüm dostları,
Kötü günüm geçti gel. .
Ehli keyfe taze kahve verse tazeler, Ehli keyfin keyfini yelpazeler.
Kanve, fıyatıs oldukça yüksek, bir ithal malı olduğundan eskidenberi diğer bitkisel maddeler üe katıştırılmakta veya yokluğunda bazı bitkisel ürünler, kavrulduktan sonra, kahve yerine kullanılmaktadır. Memleketimizde kahve yerine bilhassa arpa, nohut, çitlenbik ye kenger tohum veya meyvaian kavrulduktan sonra yalnız basma veya kahveye karıştırılarak kullanılmaktadır. Kuru incirin bazı Avrupa ülkelerinde (Avusturya, Macaristan, Yugoslavya, Bulgaristan) kullanıldığı bilinmekte ise de incir kahvesi memleketimizde tutunmamış-
tır(4).
Osmanlı İmparatorluğunda bazı dönemler kahvehaneler “Dedikodu yeri” olarak kabul edilerek bunların kapatılması için “Emiri Şerifler çıkartılmıştır. Kahvehanelerin kapatılması için Ankara kadısına yollanan bir emrin özeti şöyledir
“Dedikodu mahalli olan kahvehanelerin kapatılması evvelce de emredilmiş iken Ankara’da tekrar açılmış olduğu ve kahve alış verişi yapıldığı öğrenilmiştir. Bütün kahvehanelerin kapatılması, kahvehane işletenlerin haklarından gelinmesi. Şaban 991(1583)”.
Bütün yasaklama ve kapatma emirlerine karşın, tütünde de olduğu gibi, kahve alışkanlığı önlenememiş ve bütün Osmanlı ülkesinde kahve kullanılışı artarak sürmüştür.
Tanınmış İtalyan edibi Edmondo de Amicis, Constantinopoli isimli seyahatnamesinde yüz yıl kadar önce İstanbuldaki kahvehaneleri ve kahve iç-
1 -La culture du Cafeier en Turquıe-Journal de ia chambre de commerce de Constantinople 15 (78 i): 402 (1899).
2 -Ünver, S.A.: Türkiye’de kahve ve kahvehaneler – Türk Etnografya Dergisi 5: 39 (1963).
3 -Bareiîles, B.: Consıanıinopİe, ses cites franques et levantines 249 Paris (1918).
4 -Le cafe de figues Le journal de la chambre de commerce de Constantinople 16 (797): 113 (1900}. 5-Ongan, H.: Ankara’nın 1 numaralı Şeri’iye Sicili 121, Ankara (1958).
me usulünü şöyle anlatıyor (1):
“Bulunduğumuz kahve, duvarları adam boyunda tahtayla kaplanmış, çepeçevre alçacık bir peykesi olan bembeyaz bir odaydı. Bir köşede ocak vardı, koca burunlu bir Türk ocağın üstünde küçük bakır cezveler içinde yaptığı kahveyi minnacık fincanlara, şekeri de kendisi koyarak azar azar boşaltıyordu; zira, İstanbul’un her tarafında, kahve, çok şekerli olarak hazır bulundurulur ve bir bardak suyla getirilir. Türkler fincanı ağızlarına götürmeden evvel suyu içerler. Duvarlardan birine küçük bir ayna asılmıştı, aynanın yanında ustura dolu raf gibi bir şey vardı; çünkü Türk kahvelerinin çoğu aynı zamanda berber dükkânıdır ve kahvecinin hem dişçi hem cerrah olduğu ve öteki müşteriler kahvelerini yudumlarken kurbanlarına onların yanında işkence ettiği görülmemiş şeylerden değildir. Karşı duvara başka bir raf asılmıştı, bunun da içinde yılan gibi kıvrılıp bükülmüş uzun hortumlu billur nargilelerle, kiraz ağacından yapılmış toprak lüleli çubuklar vardı. Nargile içerek hayale dalmış beş Türk peykenin üstüne oturmuştu, sırtını duvara dayamış, ağzında çubuk olan diğer üçü arkalıksız alçak hasır sandalyelere yanyana çömelmiş kapının önüne yerleşmişlerdi; kahveci çırağı bir aynanın önünde, deve kılından yapılmış bir harmaniye giymiş iri bir dervişin kafasını traş ediyordu. İçeriye girip oturduğumuz zaman kimse bize bakmadı, kahveciyle çırağı hariç kimse konuşmuyordu, kimse kıpırdamıyordu. Kedi mırıltısına benzeyen nargile suyunun sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Herkes, hiçbir ifadesi olmayan bir çehreyle önüne sabit bakışlarla bakıyordu. Burası küçük bir mumyalar müzesi gibiydi”.