DOKTOR-HASTA İLİŞKİSİNİN AKİT OLMA ESASI

Zoraki akit münasebeti ise tarafların birinin gönüllü katılmasıyla, diğerinin bu anlaşmaya zoraki olarak dahil edilmesiyle vuku bulur. Herhangi bir malın veya hizmetin satın alınmasına ait mukavele akitin en basit bir örneğidir; burada bir taraf malı veya hizmeti sunmayı taahhüt eder, diğer taraf ise bunlar karşılığında para ödemeyi kabul eder. Zoraki akit işlemine ait örnek ise, şuuru yerinde olmayan bir şahsın, veya bir çocuğun, veya akit ehliyeti bulunmayan bir şahsın hastalanması halinde, bu şahıs için sunulacak temel tedavi hizmetlerinin yapılmasında ortaya çıkar. Kanun, bu gibi hallerde, böyle bir şahsın kanuni temsilcisini (vasisini) zoraki akit muamelesi yapmaya ve tedavi masraflarını ödemeye mecbur tutar. Eğer doktor ile hasta tedavi konusunda yazılı bir anlaşmaya girerlerse veya  şifahi olarak doktor tedaviyi kabul ettiğine ve hasta da masrafları ödeyeceğine söz verirlerse, veya hasta, doktorun mülkiyetinde olan bürosuna gelip doktor da onu tedaviyle meşgul olsa (bu durumda davranış ile akit oluşur) bütün bu hallerde doktor-hasta muamelesi bir akit haline gelir. Hastanın bilahare ödeme yapmaması, akit bozma anlamına gelir. Hastayı tedavi edeceğine dair akit yapan bir doktorun bilahare bu tedaviyi yapmaması da “terk” olarak bilinen özel bir tip akit bozma fiilini oluşturur, doktor-hasta ilişkisinin oluşmasının şekli ne olursa olsun geçerlidir. Bu ilişkinin mevcudiyeti, bu zorunluluğu getiren husustur.

Bu şekilde oluşan hukuki ilişki, avamdan olan bir şahsın mesleğinin erbabı olan bir kimseye duyduğu kaçınılmaz itimada dayalı bir ilişkidir. Bu, şu demektir; doktor üzerine özel bir mecburiyet düşmektedir. Bu mecburiyet el sıkışarak yapılan mal satış muamelelerine de benzemez. Bu, “Olumlu İfşaat Yükümlülüğü” olarak tanımlanabilir. Doktorlar, hastaların kendilerine duydukları bu özel güven ortamı içinda hastalarıyla ilgilenirler. Bu ilgi, tedavi tamamlanıncaya kadar olayların normal seyri boyunca devam eder. Fakat bazen hastaların daha erkenden tedaviyi bitirmek isteyeceği haller olabilir. Hasta, herhangi bir uyarıda bulunmaksızın herhangi bir anda tedaviden vazgeçebilir, veya herhangi bir sebeple doktorunu bir daha görmek istemeyebilir. Bu, ilişkinin sonu demektir. Fakat, tek taraflı olarak tedaviden vazgeçmeye niyetli olan bir hasta, daha sonra çeşitli durumlarda, mesela iyileşme yavaş ise veya doktorun faturası beklenenden daha yüksek ise doktor hakkında “terk” davası açabilir. Böyle bir duruma karşı tedbirli olmak için doktor, hastaya yazılı olarak bu niyeti hakkında bir ihbarname göndermeli, gönderme evrakını ve varsa cevabı hastanın büroda bulunan dosyasına ekleyerek bu değişikliği belgelemelidir.

Diğer taraftan doktor da tedaviden tek taraflı olarak vazgeçebilir, fakat bu durumda değişik şartlar söz konusudur. Önce, hastaya ihbarname verilmeli ve daha sonra da geçmiş tedaviyle ilgili bilgiler hastanın yeni doktoruna devredilmelidir. Bununla ilgili şöyle enteresan bir vaka cereyan etti; boynundan tabancayla yaralanmış olan bir hasta acil servise getirildi. Hasta muayene edildi, hastaneye kabulü yapıldı ve cerrah doktor tarafından gerekli bölüme sevkedildi. Sevki yapan doktor daha sonra evine gitti. Bu aynı doktor, hastanın solunum güçlüğü çektiği ve trakeostomi yapılması gerektiği söylenerek kısa bir süre sonra hastaneden çağırıldı. Hastayı hastaneye kabul eden doktor tekrar hastaneye gelmeyince başka bir cerraha haber verildi. Fakat bu cerrah ameliyat haneye geldiğinde vakit çok geç idi. Hasta, kabulden 4 saat sonra öldü. Hastayı kabul eden doktorun tedaviyi tamamen kesmek gibi bir niyeti olmadığı halde ve kabulden sonra ancak birkaç saatlik bir süre geçtiği halde, mahkeme doktorun hastayı terk ettiğine karar verdi. (Johnson ve Vaughn davası, 1963).

Bu olay ve benzerleri, hasta terki kavramının çok esnek olduğunu göstermektedir. Diğer bir örnek; ortopedi uzmanı olan bir doktor hastanın kırığını düzeltmiş olsun. Tedavi, hastanın düzelme ve iyileşmesi tam oluncaya kadar birkaç ayda bir hastanın kontrolünü ihtiva edebilir. Bu durumda, her ne kadar hasta ile doktor arasında aylar boyu bir temas olmasa bile hasta-doktor ilişkisi aynen devam eder. Bu sebeple, doktor-hasta münasebetini bitirirken bir doktorun kanunen korunabilmesi için, hastanın bu ilişkinin bitirildiğine dair bilgilendirilmesi gerekir. İhbar süresi vakaya göre değişir. Ancak, genel olarak mahkemeler 30 günlük bir süreyi yeterli bulmaktadır.

Bu konuda karar vermesi zor olan durumlar da vardır. Meselâ, küçük bir toplumda (köy, kasaba vs.) görev yapan bir doktor. Etrafta hastaya bakacak başka doktorların bulunması pratik olarak mümkün olmadığından tedavinin kesilmesi imkansız olabilir. Kabul edilebilir bir ihbar süresi çoğunlukla yeterli bir tıbbi bakımın elde edilebilmesine bağlıdır. Tedaviyi bitirmek isteyen doktor, sadece hastaya diğer bir doktor bulması için gerekli süre tanımak zorunda değil, aynı zamanda, yeni doktora tedavinin gecikmemesi için oldukça süratli bir şekilde hasta hakkındaki bilgileri aktarmak zorundadır. Hangi sürelerin “kabul edilebilir bir gecikme” sayılabileceği hususu da hastalığın detaylarına göre değişir. Ortalama olarak, kayıtların yeni doktora normal postayla gönderilmesi ve telefonla yapılacak başvurulara cevap verecek bir vaziyette olmak, bu hususta yeterli görülmektedir.

Tedaviyi kesmek niyetinde olmayan bir doktor, bazen gerekli tedaviye başlamak için aşın bir süre bekler; bu ise hastaya zarar verici bir duruma yol açar. Böyle bir halde, kanun “bakım standartının sağlanmaması” ihtimali üzerinde durur. Terk vakasının hem akit sorumluluğuna ve hem de eziyet sorumluluğuna yol açabileceği haller de vardır. Bunların her birinin yol açtığı zararlar tazmin edilebilir.

Doktor-hasta münasebeti tesis edildikten sonra, doktorun mecburiyeti, ehliyetli (mesleğini bilen) diğer doktorlarca uygulanan bilgi, beceri ve bakıma sahip olmak ve bunu uygulamaktır. Fakat, bir doktor bu mecburiyetini, belli bir tedavi neticesi sağlayacağına şifahen söz vererek veya garanti vererek artırabilir. Bu durumda ise, bu sözünü yerine getirememe halinde doktor “garanti sözünü yerine getirmemek” ten dolayı mesul tutulabilir. Bir aktin yerine getirilmemesi halinde bu davaya ait muvakkat doğru iddianın ispatı kolaydır. Çünkü, sadece akdin varlığına ait bir delil ile, doktorun belli bir söz vermiş olduğunu ve bilahare bunu tutamadığını ispatlamak yeterlidir. Bu nedenle, bir tuba bağlama işlemini yapmaya söz veren bir doğum doktoru ile, hastayı sterilize etmeye söz veren bir doğum doktoru arasında kanunen farklar vardır. Belli bir müdahale konusunda doktorun becerisi ne olursa olsun, tedavi sonundaki hedefleri hasta ile tartışırken, hastaya umulan ve beklenen sonuçlardan ve bu alandaki istatistiki sonuçlardan bahsedilmelidir. Başarılı olmak için gerekli olan her türlü çabayı samimiyetle sarfetmekten de kaçınılmamalıdır.

Eyaletlerin çoğunda, akdin tamamlanamaması halindeki maddi tazminat hükümleri, hastanın “bu ticaretten olan kaybını” (bu, söz verilen tedavinin başka bir yerde daha yüksek bir masrafla yapılabileceğini farzeder) tazmin esasına, veya hastanın tedaviyi başka yerde yapması için cebinden harcayacağı para esasına göre verilir. Nispeten seyrek olan bazı kararlarda ise, “doktorun tedaviyi yapamaması veya başarısının gecikmesi hallerinde bunun hasta için acı ve sıkıntı doğuracağının akdin bozulması anında anlaşılabilir olması”, bu acı ve sıkıntılar için maddi bir tazminat ödenmesi öngörülür. Doktorlar aleyhine açılan akdin tamamlanmaması davaları, diğerlerine nispetle oldukça seyrektir. Bu tip davalar, doktorun tedavide herhangi bir kusur yapmadığını bildiği halde doktoru “cezalandırmak” isteyen hastalar tarafından, veya eziyet davasının zaman aşımı (müruru zaman) kanunlarıyla sınırlandırmasının söz konusu olduğu hallerde, zarar telafisinin temininde tek çıkar yol olduğu durumlarda açılır.