Kadın Üreme Sistemi

Venüs tepesi Kasık kemiğini örten deri ve dokudur. Ergenlik çağından sonra Venüs tepesi kıllarla kaplanır.

Labia majora (Dış/Büyük dudaklar) ve labia minora (iç/ küçük dudaklar) Labia Latincede “dudaklar” anlamına gelmektedir. Dış dudaklar, iç dudaklar ve vajinayı çevreleyen dudağa benzer bir kıvrımdır. Çocukluk döneminde pürüzsüzdür. Ergenlik döneminden sonra kıllarla kaplanmaya başlar ve dudakların içinde yağ bezeleri oluşur. İç dudaklar vajinaya bitişik daha küçük bir deri kıvrımıdır. Cinsel uyarılma sırasında artan kan akışı genişlemelerine neden olur.

Klitoris Cinsel uyarılma sırasında sertleşen ve genişleyen küçük, yuvarlak bir bölgedir. Klitorisin uyarılması sonucunda orgazm meydana gelir.

İdrar deliği (Üretra) İdrarın geçtiği idrar yoluğu deliği. Klitorisin akında yer alır.

Himen (Kızlık zarı) Vajina deliğinde bulunan ince mukoza zarıdır. Bu zar vajinayı korur, ancak sağlık açısından mutlaka varolması gerekmez. Himen ya da kızlık zarı bir kadının ilk cinsel ilişkisinde yırtılır. Ancak bazı kadınlarda egzersiz yaparken veya tampon ya da diyafram yerleştirirken de yırtılabilir. Daha sonraki yaşantıda genellikle görünmez.

Vajinal delik Bir kadının iç üreme organının girişidir; aynı zamanda adet kanının, vajinal akıntının ve doğum sırasında da bebeğin çıkış kapısıdır.

Perine Vajina ve anüs arasındaki deri ve dokudur.

Kadın üreme sisteminin iç bölümleri şunlardan oluşur:

Vajina Vajinal delikten rahim ağzına, yani rahim girişine kadar ‘giden 7, 5 ila 12, 5 cm uzunluğundaki kaslı kanaldır. Vajina duvarları doğum sırasında bir bebeğin geçişini sağlayacak ölçüde esneyebilir. Bir miktar vajinal akıntı normaldir ve genellikle vajina duvarlarını kayganlaştıran salgılardan oluşur.

Akıntının yoğunluğu ve miktarı âdet döngünüzün farklı evrelerinde bulunan hormonlara göre değişir. Bu nedenle beraberinde menopozu getiren hormonal değişiklikler, özellikle de düşük estrojen seviyeleri, vajinal kayganlaşmanın azalmasına da yol açabilir. Vajinal delik, güçlü, elastik kaslarla çevrilidir. Kegel egzersizleri bu kasların bu kasları güçlendirmeye yardımcı olur.

Rahim ağzı Vajinanın devamında rahime açılan deliktir. Rahim ağzının kendisi küçük olup çapı yaklaşık 2, 5 cm. dir. Rahim ağzı deliği, rahim ağzının ortasında bulunan ve adet kanaması gibi sıvıların rahimden atılmasını sağlayan çok küçük yuvarlak bir deliktir; hamilelikten sonra, yaklaşık 0, 6 cm. lik bir açıklık gibi görünür. Rahim ağzı deliği doğum sancısı sırasında bebeğin çıkışına olanak vermek üzere 10 ila 12, 5 cm açılır.

Fallop tüpleri Rahmi yumurtalıklara bağlayan spagetti inceliğindeki iki ince tüptür. Yumurtalık bir yumurta hücresi bıraktığında, fallop tüplerinin ucundaki parmağa benzer küçücük çıkıntılar, yumurta hücresinin tüpü yakalamasına ve tüpün içine süpürülmesine yardım eder. Fallop tüpleri üreme için kritik bir öneme sahiptir. Bu tüpler, yumurtalıktan bırakılan yumurta hücresinin rahime ulaşması için bir geçiş yolu sağlar; yumurta ile spermin buluşma yeridir ve sürekli kasılmalarla döllenmiş yumurtayı rahime kadar götür.

Pediatride TPB’nin Uygulama Alanları

1. Malformasyonlar nedeniyle gastrointestinal sisteme cerrahi girişim uygulanan yenidoğan bebekler TPB’nin etkili olduğu en önemli hasta grubudur. Duodenal atrezilerde anomalinin cer­rahi yoldan düzeltilmesinden sonra ince barsağm üst kısımlarında işlevsel bir obstrüksiyon geli­şebilir. Tekrarlayan kusmalar ve bazen de atonik durumdaki üst ince barsaklara bakterilerin bu­laşması sonucu gelişen malabsorpsiyon, postoperatif dönemde beslenmeyi güçleştirir. Bu neden­le TPB indikasyonu vardır ve yapılan cerrahi gi­rişimin başarılı olmasında TPB’nin değeri bü­yüktür.

İnce barsak atrezilerinde veya volvulusun cerrahi düzeltilmesi sırasında ince barsaklara geniş rezeksiyon uygulandığında hipotonik ince barsaklar yeterli motiliteye erişinceye dek uzun süreli TPB gerekebilir. Rezeksiyonlar sonucu in­ce barsakların emici yüzeyi azaldığından «kı­sa barsak sendromu» denilen malabsorpsiyon sendromu ile karşılaşılır. Birkaç ay sonra kaim barsakların emici kapasitesi artarak bu duruma adaptasyon sağlanır. Ancak postoperatif sürede yeterli beslenmenin sağlanması ile adaptasyonun daha erken oluştuğu deney hayvanlarında gös­terilmiştir. Bu nedenle bu hasta grubunda ha­yatta kalabilme TPB ile olasıdır.

Mekonyum ileusu, barsak atrezisi ameli­yatlarından sonra ve nekrotizan enterokolitte barsak perforasyonları oluşabilir. Bu gibi vaka­larda ancak TPB ile olumlu sonuç alınmaktadır.

  1. Kronik, tedaviye inatçı (intractable) is­halli hastalar TPB’nin önemli olduğu ikinci gruptur. Bunlar çoğunlukla 3 ay altındaki be­beklerdir. Bu ishaller, çeşitli incelemelerle (dış­kı, idrar kültürleri, ter testi, immunglobülinler, katekolaminler, baryum tetkikleri) belli bir ne­dene bağlanamayan ve diyet tedavisine yanıt vermeyen ishallerdir. Bu çocuklarda oral bes­lenmenin tamamen kesilerek barsakların dinlen­meye terkedilmesi, bozulan gastrointestinal mu­koza ve floranın yenilenmesini, motilitenin uy­gun şekilde değişmesini sağlamaktadır. Uzun sü­ren ishaller ayrıca malabsorpsiyona ve buna bağ­lı malnütrisyona neden olur. Malnütrisyon ge­lişince, protein, kalori, vitaminler ve iyonların ayrı ayrı veya birlikte eksikliği sonucu mukoza, flora ve motilitede önemli değişiklikler ortaya çı­kar. Barsakların dinlendirilmesi ile bu döngü engellenirse bir süre sonra mukoza, flora ve mo-tilitesinin normale dönmesi sonucu alman besin­lerin kullanılabilmesi sağlanır. Bu durumlarda TPB süresi yaklaşık 3 hafta kadardır.
  2. Çok düşük doğum ağırlıklı (1200 g altın­da) bebeklerde TPB ile yaşama süresinin uzadığı ve mortalitenin azaldığı gözlenmiştir.
  3. Ülseratif kolit, rejional enterit ve malab­sorpsiyon sendromu gibi çoğunlukla büyük ço­cuk ve adolesan yaşta görülen absorpsiyon ve sindirim bozukluklarında steroid, azülfidin teda­vilerinin ve cerrahi girişimin başarısız kaldığı durumlarda TPB yapılmaktadır. Bu tedavi ile beslenme durumunun çok düzeldiği, perianal fis-tül ve apselerin spontan olarak gerilediği göz­lenmiştir.
  4. Ağır travmatik durumlarda ve yanıklar­da, özellikle sepsis komplikasyonu ile birlikte ise kısa veya uzun süreli TPB uygulanmakta­dır.
  5. Ağır malnütrisyonlu hastalarda nadiren TPB uygulaması gerekebilir.
    1. Organik veya işlevsel barsak obstrüksi yonîarmda da bazen TPB indikasyonu olabi­lir.

Kısa süreli TPB birkaç günden birkaç hafta­ya kadar, uzun süreli TPB ise aylarca devam ede­bilir. Yenidoğan gastrointestinal atrezileri ve ince barsağın subtotal rezeksiyonu uzun sü­reli TPB gerektiren durumlardır.

TPB SOLÜSYONLARININ İÇERİĞİ

1.     Aminoasitler

a)        Hidrolizatlar (fibrin ve kazein)

b)        Saf kristalize aminoasit karışımları

  1. Enerji  kaynağı  olarak  karbonhidratlar, alkoller, lipidler
  2. Elektrolitler
  3. Mineraller
  4. Yağda ve suda eriyen vitaminler
  5. Esansiyel yağ asitleri
  6. Eser elementler
  7. Su

Aminoasitler

Aminoasitlerin esas görevi azot dengesini korumaktır. Esansiyel ve nonesansiyel aminoasit-leri birlikte içeren bir azot kaynağı sağlanma­lıdır. IV verilebilecek aminoasit kaynağı olarak protein hidrolizatlar ilk olarak 30 yıl önce kul­lanılmıştır.

Azot 2 tip kaynaktan karşılanır:

b)     Kristalize aminoasit karışımları
Protein hidrolizatlarm azot içeriği, yaklaşık

Son yıllarda TPB de kristalize aminoasitler daha fazla kullanılmaya başlanmıştır. Üstünlük­leri şöyle sıralanabilir:

1.    Aminoasitlerin bileşimi gereksinime gö­
re formüle edilebilir.

2.    Peptidlerin yokluğu üriner kaybı azaltır.
Kristalize aminoasit karışımları bugün ABD

de «Free-Amino II», bazı Avrupa ülkelerinde de «Viamin, Aminofusin» gibi isimler altında bulunmaktadır.

Karbonhidratlar ve Alkoller

TPB de kullanılan solüsyonlarda tüm enerji . tüketimini  karşılayacak  yeterli   «non  proteinik kalori» sağlanmalıdır. Enerji kaynağı olarak aşa_ ğıdaki karbonhidrat ve alkoller kullanılmakta­dır:

  1. Glükoz -• Fizyolojik olarak en önemli şe­ker glükozdur. Birçok kaynaklara göre sütço-cuklarmda kullanılacak tek karbonhidrat glükoz­dur.
  2. Früktoz: Diabetes mellitus, karaciğer .hastalıkları, üremi, sepsis gibi aşırı stres durum­larında glükoz intoleransı ortaya çıkabileceğin­den glükoz yerine früktoz önerilmektedir. Frük­toz da fizyolojik bir şekerdir. Vücuttaki miktarı glükozdan daha azdır. Bazı durumlarda IV ve­rilen früktozun, adenozin difosfat kullanımını arttırdığı, hiperürisemi ve laktik asidoz yaptığı bildirilmektedir. Bu nedenle uzun süreli TPB ole yalnız bunun kullanılması uygun değildir.

Glükoz ve früktoz bileşiminin (invert şeker), yalnız glükoz kullanılmasına oranla üstünlüğü bazı araştırıcılar tarafından ileri sürülmektedir. Özellikle pretermlerin ve postoperatif dönemde olan bebeklerin % 10 glükoz ve % 10 früktoz ka­rışımlarını daha iyi tolere ettikleri bildirilmek­tedir.

  1. Sorbitol: 6 karbonlu bir şeker alkolüdür. Früktoza okside olur ve sonra glükoza çevrilerek metabolize edilir. Bazı durumlarda doğrudan glü­koza çevrildiği ileri sürülmektedir. Sorbitolün, pürin nükleotidlerin katabolizmasmı arttırarak plazma ürik asit düzeyini yükselttiği, karaciğer­de protein sentezini bozarak ATP yapımını etki­lediği gösterilmiştir. Ayrıca IV yüksek konsan­trasyonlarda verildiğinde lokal tromboflebitlere neden olmaktadır. Çocuklardaki kullanımı he­nüz tamamen değerlendirilmiş değildir. Avrupa’­da % 5-10 luk solüsyonlar şeklinde kullanılmak­tadır. ABD de ise kullanılmamaktadır.
  2. Ksilitol: 5 karbonlu bir şeker alkolüdür. Pentoz fosfat yolu ile glikogene değişir. IV veri­lişinden sonra metabolik asidoz, karaciğer hasarı, hiperürisemi ve böbreklerde Ca oksalat depolan­ması şeklinde toksik belirtilere neden olabilir. Klinikte kullanımı tam olarak değerlendirilme­miştir.

5.     Maltoz: IV verilen maltozun da metabo­
lize olduğu gösterilmiştir. Özelliği glükoz kadar

hiperosmolar olmamasıdır. Ancak yapılan hayvan çalışmalarında IV verilen maltozun idrarla aşırı derecede kaybı gösterilmiştir. İnsanlarda, TPB de maltoz kullanımı henüz incelenmemiş­tir.

  1. Gliserol; Kalori değeri glükoz gibidir. Uygun dozlarda iyi tolere edilir. Büyük dozları hemoliz, hipotansiyon, MSS bozuklukları ve kon-vülziyonlara neden olur.
  2. Alkol (etanol) : Etil alkol 7 kal/kg gibi yüksek enerji verir. Ancak karaciğerde toksik belirtilerin çıkabilmesi, özellikle yenidoğan ve preterm bebeklerde kanda çok yüksek alkol dü­zeylerine neden olabilmesi çocukluk çağında kul­lanımı olumsuz kılar.

Yağ emülsiyonları

Özellikleri :

  1. Az bir volümde yüksek kalori içerirler (9 kal/kg)
  2. Esansiyel yağ asitleri sağlarlar.
    1. İzotonik oldukları için santral venöz ka-teter gerektirmeden periferik venlerden uygulanabilirler.
    2. Osmotik diürez oluşturmazlar, dışkı ve idrarla kaybedilmezler.
    3. Fosfat (15 mmol/1) içerirler.
    4. Vitamin E içerirler.
      1. Yağda eriyen vitaminlerin taşınmasında rol oynarlar.

Parenteral beslenmede yağ emülsiyonları ola­rak en sık «intralipid» kullanılmaktadır. Bileşi­minde % 10 soya yağı, .% 1.2 pürifiye yumurta fosfatidleri (emülsifikasyon için) ve % 3.5 glise­rol (izotonisiteyi sağlamak için) bulunur. İntra-lipiddeki soya yağı, % 50 linoleik asit, % 7 linole-nik asit, % 29 oleik asit, % 10 palmitik asitten oluşur. întralipidler gerek esansiyel yağ asitle­ri eksikliğinin önlenmesi, gerekse kalori kaynağı olarak kullanılmaktadır.

Vitamin ve mineraller

TPB de vitaminlere olan parenteral gereksi­nim için kesin bir bilgi yoktur. Vitaminlerin IV verilmeleri ile gastrointestinal yoldan emilim süreci ortadan kalkacağından, parenteral gerek­sinimin oraldan farklı olması doğaldır. Vitamin­lerin suda eriyenleri (folik asit, Vit. Bı2) IV, yağ­da eriyenleri  (A.D.E.K)  ise İM yapılmalıdır.

IV perfüzyonla eser elementler de sağlan­malıdır. Bunların da parenteral gereksinimleri için kesin bir bilgi yoktur. Ancak uzun süreli TPB sırasında Zn ve Cu eksikliğinin ortaya çı­kabildiği kesin olarak gösterilmiştir.

Şok

Şok, aşın derecede düşük kan basıncından (tansiyondan) kaynak­lanır. Bazen kalp kasının vücudu beslemek için yeteri kadar pompa­lama yapmasına engel olan bir kalp hastalığı, arterlerde (atarda­marlarda) böyle bir basınç eksikli­ğine neden olabilir.

En yaygın örnekler, kalp krizi ve sol ventrikülün (karıncığın) yeterince pompalama yapmasına engel olan ciddi ritim bozukluklarıdır. Bazen düşük kan basıncı tansiyon), kan miktarının yeterli olmamasından kaynaklanır. Bunun genel bir nedeni, kandaki sıvı oranının azalmasına neden olan dehidrasyondur (su kaybıdır).

Resim1

Uzun süreli kusma, ishal ya da yetersiz sıvı alımından kaynaklanan dehidrasyon (su kaybı), düşük kan (D basıncına (tansiyona) neden olur.Bir diğer neden, vücut kanının %20’sinden fazlasının kaybına neden olan ağır kanamadır. Bu miktarda bir kan kaybı, ciddi bir  yaralanmanın sonrasında ya da mide veya bağırsaklardaki bir kanama sonucu oluşabilir.

Bir torasik aort anevrizması ya da abdominal aort anevrizmasının yırtılması da hızla şoka yol açabilir. Şiddetli enfeksiyonların neden olduğu toksinler nedeniyle de hızla şok gelişebilir. Damar­ların genişlemesine (açılmasına) ve sıvı sızdırmasına neden olan ve anaflaksi olarak adlandırılan bir şok türüne, şiddetli bir alerjik reaksiyon da neden olabilir.

SEMPTOMLAR
Şok, düşük kan basıncı (tansiyon) (özellikle normal kan basıncı­nıza (tansiyonunuza) kıyasla) ve vücutta beyin ile diğer organ­ları besleyecek yeterli kan akışı olmadığını gösteren semptom­ların kombinasyonuyla açıklanır. Semptomlar zihin bulanıklığını; soğuk, nemli cildi ve düşük idrar üretimini kapsayabilir.

Kan testleri, özellikle karaciğer ve böbrekler olmak üzere belirli organların normal olarak işlevle­rini görmediğini gösterebilir. Hızlı nabız, yüzeysel soluma ve bilinç kaybı da şoka eşlik edebilir.

Şok ,(Bütün merkezi sinir sistemi ödevlerinin ani ve şiddetli düşme­si) olarak tarif edilen şof büyük travmalarda sıklıkla rastlanan önemli bir komplikasyondur. Ciddi ve hayati önem taşıyan şok deği­şik yazarlar tarafından nisbeten değişik bir şekilde tarif edilmekte­dir.

Şoku, Romberg «Yaralanma sonucu meydana gelen dolaşım if­lası», Aschoff «Hayat için önemli vejetatif sistem fonsionlarmm refleksle durması», Coenan «Sinir sisteminin şiddetli tembihi sonu­cu bütün dolaşım sisteminin veya splanknikus gibi büyük bir dola­şım sahasının refleksle meydana gelen felci» olarak tarif etmekte­dir.

Şok yalnız travma sonucu meydana gelmez. Psikolojik travma, kanama, allerjik reaksıonlar, yanıklar, cerrahi müdahaleler, toksemi, ileus, gastro entestinal perforasyonlar ve ağrı gibi sebeplerle de meydana gelir. O takdirde travmatik şok, kanama şoku, anaflaktik şok, toksik şok, yanık şoku, enfeksıon şoku gibi isimler alır. Şokun patojenezi, «travmanın uyandırdığı refleksin bulbusta inhibisyon yapması» veya «travmatizma odağından kana kansan proteolitik maddelerin etkisi» ile izaha çalışılmaktadır. Şokun sebep ve pato-joenezini aşağıdaki tablo çok güzel bir şekilde açıklamaktadır.

Belirtiler: Hastanın yüzü soluk, bazan siyanozedir. Alında so­ğuk ter vardır. Ekstremiteler soğuktur. Bakışlar donuk, pupilla ref­leksleri tembeldir. Şuur yerindedir. Solunum sathidir. Nabız süratli bazan filiformdur. Arteriel tansion düşüktür. Duygu azalmıştır. Ateş normalin altındadır. Nadiren eksitasyon müşahade edilir. Yü-zeyel venler hemen hiç gözükmez.

Bir infeksiyon hastalığının seyri sırasında, hipotansiyon, akut dolaşım yetmezliği, hipoperfüzyon meydana gelmiş ise buna “septik şok” denir. Şok nedeni ile ölümlerde, kardiojenik şoktan sonra ikinci sırayı alır.

Bu hormonları salınımı ile meydana gelen koagülasyon ve kompleman sistemlerinin aktivasyonu, vasodilatasyon, hipotansiyon ve hipoperfüzyonla biriken toksik ürünler bir kısır döngü içerisinde şok tablosunu meydana getirirler. Septik şokların genellikle 2/3′ü gramnegatif bakterilerle, 1/3 kısmı ise gram-pozitif bakterilerle meydana gelir. Ayrıca riketsial, viral, chlamidial, protozoal ve fungal infeksiyonîann seyri sırasında da septik şok görülebilir.

Septik şok genellikle sepsis sırasında görülürse de bu faktör tek şart değildir. Clostridial ve difterial toksinler, vital organların direkt invazyon ve hasan (viral myokardit, adrenal bez tüberkülozu gibi), vital organların obstrüksiyon ve iskemisi (akut piyojenik perikardit sonucu kardiak tamponat gibi), akut sistemik hipersensitivite reaksiyonu (ekinokok kist rüptürü gibi} gibi olaylar neticesinde de şok meydana gelebilir.

Septik şokun prognozu genellikle kötüdür. Özellikle gramnegatif bakterilerle meydana gelen septik şokta mortalite %50 ile %8O oranlarına kadar yükselmektedir.

Tedavi

Şokun sebebi süratle belirlenmelidir.
1 — Mutlak yatak istirahati, şoklu hasta başka yere nakledil-memelidir. Ayaklar yukarı pozisyonda yatırılmalı.
2 ;— Hasta ısıtılmalı, battaniyelere sarılmalı, mümkünse ter­mofor konmalı. Hissiyat eksikliği sebebiyle yanıklara sebebiyet ve­rilmemeli, fazla terlememeli.
3 — Kan veya serum nakledilmeli.
4 — Varsa ağrıya karşı, morfin atropin zerk edilmeli (Morfi­nin solunum depresyonu yaptığı dikkate alınmalıdır).
5 — Tansionu yükseltici ilaçlar, Adrenalin ağır vakalarda her yarım saatte bir ampul (iki üç saat devam etmek kaydıyla) sympa-tol yapılmalıdır.
6 — Kardıotonikler, cafein, kardiazol, koramin, veritol ve ben­zerlerinden herhangi birinden 2-3 saatte bir ampul yapılmalı.
7 — Oksijen tedavisi yapılmalı
8 — Şokun sebebini ortadan kaldırmayı hedef tutan tedavi pro-sedeleri tatbik edilmeli.
9 — İntra venöz olarak Percortene hydrosoluble veya cortige-ne veya cortidine günde 2-3 defa yapılmalıdır.
10 — Ağızdan hiçbir şey vermemeli. Kusulan gıda maddelerinin aspirasyonunu önlemek için, baş yana çevrilmiş bir şekilde tutulma­lıdır.
11 — Taze kan olmadığı takdirde, plasma olmadığı takdirde se­rumlar verilmelidir.

Yumurtalık Kistleri

Farklı kist türleri, farklı hücre türlerinden kaynaklanır. Korpus luteum kisüeri olarak bilinen sık rastlanan kistler, her ay bir yumurtanın boşluğa bırakılmasını hazırlayan yumurtalıktaki foliküllerden kaynaklanır. Kistlerin yaygın bir nedeni de endometriyozdur.

kist

Az görülenler, teratomlar olarak bilinen, dişleri, saçları veya kistin içindeki yağlan büyüten özel embriyonik hücrelerin geliştirdiği dermoid kistlerdir. Kistadenomların içi sıvı ve dokuyla doludur.

SEMPTOMLAR
Çoğu yumurtalık kistinin hiçbir belirtisi yoktur. Büyük kistler hafif veya şiddetli karın ağrılarına neden olurlar. Foliküllerin oluşturduğu kistler, adet döngüsü belirtileriyle aynı zamanda ortaya çıkmaya eğilimlidir. Kistler aynı zamanda, düzensiz adet kanamalarına ya da cinsel ilişki sırasında ağrıya da neden olabilirler.

TEDAVİ SEÇENEKLERİ
Doktomnuz pelvik muayene sırasında bir yumurtalığın normalden daha büyük olduğundan şüphelenebilir. Bu durumda, ultrason yapılması, kisti, pelvik inflamatuar hastalık, dış gebelik veya yumurtalık kanseri gibi potansiyel olarak ciddi rahatsızlıklardan ayırt edebilir.

Yapılacak testler arasında, enfeksiyonu ve CA-125’in (kanser hücreleri tarafından yayılabilen bir protein) varlığını saptamak için bir kan testi ya da hamilelik için bir idrar testi yer alır. Ultrasonun verdiği bilgilere dayanarak, kisti doğrudan görmek, biyopsi almak veya kisti çıkarmak için laparoskopi gerekebilir. Katı bir kist daima çıkarılır ve kanser hücrelerinin bulunup bulunmadığını görmek için incelenir.

Kist, tolere edilemeyecek belirtileri göstermedikçe ya da çatla¬maya eğilimli görünmedikçe, tedavi gerekli değildir, Doğum kontrol hapları, bazı kistlerin büyümesini kontrol altına alır; bu da belirtileri arttır ve yeni kistlerin oluşumunu önler.

Foliküllerden kaynaklanan yumurtalık kistleri kadının adet gördüğü yıllarda çok yaygın görülür. Bu nedenle, adet gören kadınlara genellikle, yalnızca tamamlayıcı bir muayene ya da çoğunlukla kistin daha küçük olduğunu veya tamamen yok olmuş olduğunu gösteren bir ultrason yapılması gerekir.

Menopozdan sonra oluşan her kistin kanser incelemesi yapmak için çıkarılması gerekir. Eğer kist büyükse, yumurtalığın tümünün alınması gerekir.

Adet Döngüsü

Estrojen seviyesi yükseldiği için (3), hipofiz bezi FSH salgılamayı azaltarak tepki verir; bu da birkaç gün sonra yumurtalığın estrojen üretimini azaltır. Buna, “negatif geribildirim” döngüsü denir, çünkü yükselen estrojen seviyesi bir sonraki estrojen seviyesinde düşüşe neden olur. Yükselen estrojen seviyesi, hipofiz bezinin luteinize edici hormonu (LH) (4) da aniden yükseltmesine neden olur.

Yüksek seviyedeki LH hormonu, folikül içinde olgunlaşmış bir yumurta hücresini serbest bırakır (5) Artık içi boş olan folikül, hem daha fazla estrojen, hem de progesteron üretir; her ikisi de, rahim iç zarının döllenmiş bir yumurtayı almaya hazırlanmasında, rahim iç zarını elverişli hale getirir (6) Yumurta, döllenebileceği fallop tüpüne doğru ilerler (kırmızı oklar). Yumurta döllenirse, rahim iç zarına yerleşeceği, rahime doğru ilerler.

Eğer döllenme meydan gelmezse, içi boş folikül, estrojen ve proges teron üretmeyi durdurur. Bu hormonların seviyesi, kalınlaşmış endometriyumu besleyemeyecek kadar düşerse, adet kanaması başlar. Döllenme meydana gelirse, boş folikül, estrojen ve progesteron üretmeye devam eder ve hamilelik boyunca adet kanaması gerçekleşmez.